Yâsîn Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
يٰسٓ
Yâ Sîn.
Yâ Sîn.
وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ
Vel Kur’ânil hakîm.
Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki,
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ
İnneke leminel murselîn.
Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin.
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
Alâ sırâtın mustekîm.
Dosdoğru bir yol üzerindesin.
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ
Tenzîlel azîzir rahîm.
(Bu Kur’an) Azîz ve Rahîm olan Allah’ın indirmesidir.
لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
Li tunzira kavmen mâ unzire âbâuhum fehum gâfilûn.
Ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için (gönderildin).
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Lekad hakkal kavlu alâ ekserihim fehum lâ yu’minûn.
Andolsun ki onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
İnnâ cealnâ fî a’nâkihim aglâlen fehiye ilel ezkâni fehum mukmehûn.
Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan demir halkalar geçirdik. Bu yüzden başları yukarı kalkıktır.
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden fe agşeynâhum fehum lâ yubsirûn.
Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik. Böylece onları perdeledik, artık göremezler.
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Ve sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn.
Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gayb, fe beşşirhu bi mağfiratin ve ecrin kerîm.
Sen ancak Zikr’e (Kur’an’a) uyan ve görmediği halde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini bir bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele.
اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ kaddemû ve âsârahum, ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn.
Şüphesiz biz, ölüleri diriltiriz ve onların önden gönderdiklerini ve bıraktıkları eserleri yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِۘ اِذْ جَٓاءَهَا الْمُرْسَلُونَۚ
Vadrıb lehum meselen ashâbel karyeh, iz câehel murselûn.
Onlara, o şehir halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
اِذْ اَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُٓوا اِنَّٓا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ
İz erselnâ ileyhimusneyni fe kezzebûhumâ fe azzeznâ bi sâlisin fe kâlû innâ ileykum murselûn.
Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı. Biz de üçüncü bir elçiyle desteklemiştik. Onlar, ‘Biz size gönderilmiş elçileriz’ demişlerdi.
قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ
Kâlû mâ entum illâ beşerun mislunâ ve mâ enzeler rahmânu min şey’in in entum illâ tekzibûn.
Dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.’
قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ اِنَّٓا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ
Kâlû rabbunâ ya’lemu innâ ileykum le murselûn.
(Elçiler) dediler ki: ‘Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.’
وَمَا عَلَيْنَٓا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ
Ve mâ aleynâ illel belâgul mubîn.
‘Ve bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.’
قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Kâlû innâ tetayyernâ bikum, lein lem tentehû le nercumennekum ve le yemessennekum minnâ azâbun elîm.
Dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işe son vermezseniz, andolsun sizi taşlarız ve bizden size mutlaka elem dolu bir azap dokunur.’
قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ
Kâlû tâirukum meakum, ein zukkirtum, bel entum kavmun musrifûn.
Dediler ki: ‘Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz)? Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.’
وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ
Ve câe min aksal medîneti raculun yes’â kâle yâ kavmittebiul murselîn.
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Bu elçilere uyun!’
اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ
İttebiû men lâ yes’elukum ecran ve hum muhtedûn.
‘Sizden hiçbir ücret istemeyen bu kimselere uyun, onlar hidayete ermiş kimselerdir.’
وَمَا لِيَ لَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve mâ liye lâ a’budullezî fetaranî ve ileyhi turceûn.
‘Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O’na döndürüleceksiniz.’
ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّ۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا وَلَا يُنْقِذُونِۚ
E ettehızu min dûnihî âliheten in yuridnir rahmânu bi durrin lâ tugni annî şefâatuhum şey’en ve lâ yunkızûn.
‘O’nu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.’
اِنّ۪ٓي اِذًا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
İnnî izen le fî dalâlin mubîn.
‘İşte o zaman ben apaçık bir sapıklık içinde olurum.’
اِنّ۪ٓي اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِۜ
İnnî âmentu bi rabbikum fesmeûn.
‘Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım, beni dinleyin!’
ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ
Kîledhulil cenneh, kâle yâ leyte kavmî ya’lemûn.
Ona ‘Cennete gir!’ denildi. O da, ‘Keşke kavmim bilseydi!’ dedi.
بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ
Bimâ gafera lî rabbî ve cealenî minel mukremîn.
‘Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama layık olanlardan kıldığını.’
وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ
Ve mâ enzelnâ alâ kavmihî min ba’dihî min cundin mines semâi ve mâ kunnâ munzilîn.
Onun ardından kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ
İn kânet illâ sayhaten vâhideten fe izâ hum hâmidûn.
Sadece tek bir çığlık oldu, o anda sönüp gittiler.
يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
Yâ hasreten alel ıbâd, mâ ye’tîhim min resûlin illâ kânû bihî yestehziûn.
Yazıklar olsun o kullara! Kendilerine gelen her elçiyle alay ediyorlardı.
اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ
Elem yerev kem ehleknâ kablehum minel kurûni ennehum ileyhim lâ yerciûn.
Görmediler mi, kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik? Onlar bir daha kendilerine dönemezler.
وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟
Ve in kullun lemmâ cemîun ledeynâ muhdarûn.
Ve hepsi de toplanıp bizim huzurumuza getirileceklerdir.
وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُ оживиناها وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
Ve âyetun lehumul ardul meytetu, ahyeynâhâ ve ahracnâ minhâ habben fe minhu ye’kulûn.
Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz onu dirilttik ve ondan taneler çıkardık da onlardan yerler.
وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ
Ve cealnâ fîhâ cennâtin min nahîlin ve a’nâbin ve feccernâ fîhâ minel uyûn.
Orada hurma bahçeleri ve üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık.
لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ
Li ye’kulû min semerihî ve mâ amilethu eydîhim, efelâ yeşkurûn.
Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ
Subhânellezî halakal ezvâce kullehâ mimmâ tunbitul ardu ve min enfusihim ve mimmâ lâ ya’lemûn.
Yerin bitirdiği şeylerden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, her türlü eksiklikten uzaktır.
وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۖ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ
Ve âyetun lehumul leylu, neslehu minhun nehâra fe izâ hum muzlimûn.
Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız da, bir anda karanlıkta kalıverirler.
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
Veş şemsu tecrî li mustekarrin lehâ, zâlike takdîrul azîzil alîm.
Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ
Vel kamere kaddernâhu menâzile hattâ âdekel urcûnil kadîm.
Ay için de menziller (yörüngeler) belirledik. Sonunda o, eğri hurma dalı gibi (hilal) olur da geri döner.
لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere velel leylu sâbikun nehâr, ve kullun fî felekin yesbehûn.
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
وَاٰيَةٌ لَهُمْ اَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۙ
Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ zurriyyetehum fil fulkil meşhûn.
Onların soylarını dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.
وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ
Ve halaknâ lehum min mislihî mâ yerkebûn.
Ve onlar için, binecekleri bunun gibi daha nice şeyler yarattık.
وَاِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَر۪يخَ لَهُمْ وَلَا هُمْ يُنْقَذُونَۙ
Ve in neşe’ nugrıkhum fe lâ sarîha lehum ve lâ hum yunkazûn.
Eğer dilesek onları suda boğarız da ne kendileri için bir imdatçı olur, ne de kurtarılırlar.
اِلَّا رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا اِلٰى ح۪ينٍ
İllâ rahmeten minnâ ve metâan ilâ hîn.
Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ اَيْد۪يكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve izâ kîle lehumuttekû mâ beyne eydîkum ve mâ halfekum leallekum turhamûn.
Onlara, ‘Önünüzde ve arkanızda olandan (dünya ve ahiret azabından) sakının ki size merhamet edilsin’ denildiği zaman (yüz çevirirler).
وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ
Ve mâ te’tîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû anhâ mu’ridîn.
Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, mutlaka ondan yüz çevirirler.
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۙ قَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ اَطْعَمَهُۗ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Ve izâ kîle lehum enfikû mimmâ razakakumullâhu, kâlellezîne keferû lillezîne âmenû enut’imu men lev yeşâullâhu at’amehu, in entum illâ fî dalâlin mubîn.
Onlara, ‘Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin’ denildiği zaman, inkar edenler inananlara derler ki: ‘Allah’ın dileseydi doyuracağı kişiyi biz mi doyuralım? Siz apaçık bir sapıklık içindesiniz.’
وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn.
Ve derler ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaat (kıyamet) ne zaman?’
مَا يَنْظُرُونَ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ
Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhideten te’huzuhum ve hum yahıssimûn.
Onlar, çekişip dururken kendilerini yakalayacak tek bir çığlığı bekliyorlar.
فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ تَوْصِيَةً وَلَٓا اِلٰٓى اَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ۟
Fe lâ yestetîûne tavsiyeten ve lâ ilâ ehlihim yerciûn.
O zaman ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَاِذَا هُمْ مِنَ الْاَجْدَاثِ اِلٰى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ
Ve nufiha fis sûri fe izâ hum minel ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn.
Sûr’a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşarlar.
قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَاۜۘ هٰذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمٰنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ
Kâlû yâ veylenâ men beasenâ min merkadinâ, hâzâ mâ vaader rahmânu ve sadakal murselûn.
Derler ki: ‘Vay başımıza gelene! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vaat ettiğidir. Peygamberler doğru söylemişler.’
اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ
İn kânet illâ sayhaten vâhideten feizâhum cemî’un ledeynâ muhdarûn.
Sadece tek bir çığlık olur, hepsi hemen huzurumuza getirilirler.
فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْـًٔا وَلَا تُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Fel yevme lâ tuzlemu nefsun şey’en ve lâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn.
O gün hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ve siz ancak yapmış olduklarınızla cezalandırılırsınız.
اِنَّ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ ف۪ي شُغُلٍ فَاكِهُونَۚ
İnne ashâbel cennetil yevme fî şugulin fâkihûn.
Şüphesiz o gün cennet halkı, bir meşguliyet içinde zevk sürerler.
هُمْ وَاَزْوَاجُهُمْ ف۪ي ظِلَالٍ عَلَى الْاَرَٓائِكِ مُتَّكِؤُ۫نَ
Hum ve ezvâcuhum fî zılâlin alel erâiki muttekiûn.
Kendileri ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır.
لَهُمْ ف۪يهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ مَا يَدَّعُونَ
Lehum fîhâ fâkihetun ve lehum mâ yeddeûn.
Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün istedikleri de onlarındır.
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ
Selâmun kavlen min rabbin rahîm.
Çok merhametli Rab’den bir söz olarak (onlara) ‘Selam’ (vardır).
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
Vemtâzul yevme eyyuhel mucrimûn.
“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!”
اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ
Elem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’buduş şeytân, innehu lekum aduvvun mubîn.
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” diye emretmedim mi?
وَاَنِ اعْبُدُون۪يۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ
Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm.
“Ve bana kulluk edin, doğru yol budur” (demedim mi?)
وَلَقَدْ اَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلًّا كَث۪يرًاۜ اَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ
Ve lekad edalle minkum cibillen kesîrâ, efelem tekûnû ta’kılûn.
Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırdı. Hiç aklınızı kullanmıyor muydunuz?
هٰذِه۪ جَهَنَّمُ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ
Hâzihî cehennemulletî kuntum tûadûn.
İşte bu, size vaat edilen cehennemdir.
اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
Islevhel yevme bimâ kuntum tekfurûn.
İnkar ettiğinizden dolayı bugün girin oraya!
اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn.
O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıkları hakkında elleri bizimle konuşur, ayakları da şahitlik eder.
وَلَوْ نَشَٓاءُ لَطَمَسْنَا عَلٰٓى اَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَاَنّٰى يُبْصِرُونَ
Ve lev neşâu le tamesnâ alâ a’yunihim festebekus sırâta fe ennâ yubsirûn.
Eğer dileseydik, onların gözlerini silme kör ederdik de, o zaman yola koşuşurlardı. Fakat nasıl göreceklerdi?
وَلَوْ نَشَٓاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلٰى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلَا يَرْجِعُونَ۟
Ve lev neşâu le mesahnâhum alâ mekânetihim femestetâû mudiyyen ve lâ yerciûn.
Yine eğer dileseydik, oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik de ne ileriye gitmeye güçleri yeterdi ne de geriye dönebilirlerdi.
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِۜ اَفَلَا يَعْqِلُونَ
Ve men nuammirhu nunekkishu fil halk, efelâ ya’kılûn.
Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılışta tersine çeviririz (gücünü alırız). Hâlâ akıllanmayacaklar mı?
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُب۪ينٌۙ
Ve mâ allemnâhuş şi’re ve mâ yenbegî leh, in huve illâ zikrun ve kur’ânun mubîn.
Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O (kendisine verilen) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِر۪ينَ
Li yunzire men kâne hayyen ve yehıkkal kavlu alel kâfirîn.
(Diri) olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için.
اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ اَيْد۪ينَٓا اَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ
E ve lem yerev ennâ halaknâ lehum mimmâ amilet eydînâ en’âmen fehum lehâ mâlikûn.
Görmediler mi ki, biz onlar için, kendi kudretimizin eseri olan nice hayvanlar yarattık da onlara sahip oluyorlar?
وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ
Ve zellelnâhâ lehum fe minhâ rakûbuhum ve minhâ ye’kulûn.
O hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.
وَلَهُمْ ف۪يهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ
Ve lehum fîhâ menâfiu ve meşârib, efelâ yeşkurûn.
Onlarda kendileri için daha nice faydalar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?
وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اٰلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ
Vettehazû min dûnillâhi âliheten leallehum yunsarûn.
Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’tan başka ilahlar edindiler.
لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَهُمْۙ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ
Lâ yestetîûne nasrahum ve hum lehum cundun muhdarûn.
Oysa (o ilahlar) onlara yardım edemezler. Tam aksine, kendileri o ilahlara hizmet eden askerlerdir.
فَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ اِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Fe lâ yahzunke kavluhum, innâ na’lemu mâ yusirrûne ve mâ yu’linûn.
O halde onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da biliyoruz.
اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
E ve lem yeral insânu ennâ halaknâhu min nutfetin fe izâ huve hasîmun mubîn.
İnsan görmedi mi ki, biz onu bir nutfeden (spermadan) yarattık. Bir de bakarsın ki, o, apaçık bir düşman kesilmiştir.
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ
Ve darabe lenâ meselen ve nesiye halkah, kâle men yuhyil ızâme ve hiye ramîm.
Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’
قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ
Kul yuhyîhallezî enşeehâ evvele merreh, ve huve bi kulli halkın alîm.
De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.’
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْاَخْضَرِ نَارًا فَاِذَٓا اَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ
Ellezî ceale lekum mineş şeceril ahdari nâran fe izâ entum minhu tûkıdûn.
O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.
اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ
E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kadirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm.
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya güç yetiremez mi? Evet (yaratır)! O, Hallâk’tır (her şeyi mükemmel yaratan), Alîm’dir (her şeyi bilen).
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn.
O, bir şey dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demektir, o da hemen oluverir.
فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve ileyhi turceûn.
Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şânı ne kadar yücedir! Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.