Vakıa Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُۙ
İzâ veka’atil vâkı’ah.
Olan olduğu (Kıyamet koptuğu) zaman,
لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌۢ
Leyse li vak’atihâ kâzibeh.
Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.
خَافِضَةٌ رَافِعَةٌۙ
Hâfidatun râfi’ah.
O, alçaltıcıdır, yükselticidir.
اِذَا رُجَّتِ الْاَرْضُ رَجًّاۙ
İzâ ruccetil ardu reccâ.
Yeryüzü şiddetle sarsıldığı,
وَبُسَّتِ الْجِبَالُ بَسًّاۙ
Ve bussetil cibâlu bessâ.
Dağlar paramparça olduğu,
فَكَانَتْ هَبَٓاءً مُنْبَثًّاۙ
Fe kânet hebâen munbessâ.
Dağılıp toz duman haline geldiği zaman,
وَكُنْتُمْ اَزْوَاجًا ثَلٰثَةًۜ
Ve kuntum ezvâcen selâseh.
Sizler de üç sınıf olursunuz.
فَاَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَآ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
Fe ashâbul meymeneti mâ ashâbul meymeneh.
Ashab-ı Meymene (amel defterleri sağdan verilenler); ne mutlu o Ashab-ı Meymene’ye!
وَاَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ مَآ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ
Ve ashâbul meş’emeti mâ ashâbul meş’emeh.
Ashab-ı Meş’eme (amel defterleri soldan verilenler); ne bedbahttır o Ashab-ı Meş’eme!
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَۙ
Ves sâbikûnes sâbikûn.
Ve (hayırda) önde olanlar, (mükâfatta da) önde olanlardır.
اُو۬لٰٓئِكَ الْمُقَرَّبُونَۚ
Ulâikel mukarrebûn.
İşte onlar (Allah’a) en çok yaklaştırılmış olanlardır.
ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
Fî cennâtin na’îm.
Naim cennetlerindedirler.
ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ
Sulletun minel evvelîn.
Çoğu önceki ümmetlerdendir.
وَقَل۪يلٌ مِنَ الْاٰخِر۪ينَ
Ve kalîlun minel âhirîn.
Birazı da sonrakilerdendir.
عَلٰى سُرُرٍ مَوْضُونَةٍۙ
Alâ sururin mevdûneh.
Mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.
مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِل۪ينَ
Mutteki’îne aleyhâ mutekâbilîn.
Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.
يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَۙ
Yetûfu aleyhim vildânun muhalledûn.
Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.
بِاَكْوَابٍ وَاَبَار۪يقَ وَكَأْسٍ مِنْ مَع۪ينٍۙ
Bi ekvâbin ve ebârîka ve ke’sin min ma’în.
Main (kaynağından doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehlerle.
لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنْزِفُونَۙ
Lâ yusadde’ûne anhâ ve lâ yunzifûn.
Ondan ne başları ağrır, ne de akılları giderilir.
وَفَاكِهَةٍ مِمَّا يَتَخَيَّرُونَۙ
Ve fâkihetin mimmâ yetehayyerûn.
Beğendikleri meyvelerle.
وَلَحْمِ طَيْرٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ
Ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn.
Canlarının çektiği kuş etleriyle.
وَحُورٌ ع۪ينٌۙ
Ve hûrun ‘în.
Ve iri gözlü huriler.
كَاَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِۚ
Ke emsâlil lu’luil meknûn.
Saklı inciler gibi.
جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Cezâen bimâ kânû ya’melûn.
Yaptıklarına karşılık olarak.
لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْوًا وَلَا تَأْث۪يمًاۙ
Lâ yesme’ûne fîhâ lagven ve lâ te’sîmâ.
Orada ne boş bir söz işitirler ne de günaha sokan bir laf.
اِلَّا ق۪يلًا سَلَامًا سَلَامًا
İllâ kîlen selâmen selâmâ.
Sadece “Selam! Selam!” sözünü işitirler.
وَاَصْحَابُ الْيَم۪ينِ مَآ اَصْحَابُ الْيَم۪ينِۜ
Ve ashâbul yemîni mâ ashâbul yemîn.
Ashab-ı Yemin (amel defterleri sağdan verilenler); ne mutlu o Ashab-ı Yemin’e!
ف۪ي سِدْرٍ مَخْضُودٍۙ
Fî sidrin mahdûd.
Dikensiz Arabistan kirazı ağaçları içinde.
وَطَلْحٍ مَنْضُودٍۙ
Ve talhın mandûd.
Meyveleri salkım salkım muz ağaçları içinde.
وَظِلٍّ مَمْدُودٍۙ
Ve zıllin memdûd.
Yayılmış gölgeler altında.
وَمَٓاءٍ مَسْكُوبٍۙ
Ve mâin meskûb.
Çağlayan sular kenarında.
وَفَاكِهَةٍ كَث۪يرَةٍۙ
Ve fâkihetin kesîrah.
Bol meyveler arasında.
لَا مَقْطُوعَةٍ وَلَا مَمْنُوعَةٍۙ
Lâ maktû’atin ve lâ memnû’ah.
Tükenmeyen ve yasaklanmayan.
وَفُرُشٍ مَرْفُوعَةٍۜ
Ve furuşin merfû’ah.
Ve kabartılmış döşekler üzerindedirler.
اِنَّٓا اَنْشَأْنَاهُنَّ اِنْشَٓاءًۙ
İnnâ enşe’nâhunne inşââ.
Biz onları (hurileri) yepyeni bir yaratılışla yarattık.
فَجَعَلْنَاهُنَّ اَبْكَارًاۙ
Fe ce’alnâhunne ebkârâ.
Ve onları bakireler kıldık.
عُرُبًا اَتْرَابًاۙ
Uruben etrâbâ.
Eşlerine düşkün ve yaşıt.
لِاَصْحَابِ الْيَم۪ينِۜ
Li ashâbil yemîn.
Ashab-ı Yemin için.
ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ
Sulletun minel evvelîn.
Birçoğu önceki ümmetlerdendir.
وَثُلَّةٌ مِنَ الْاٰخِر۪ينَۜ
Ve sulletun minel âhirîn.
Birçoğu da sonrakilerdendir.
وَاَصْحَابُ الشِّمَالِ مَآ اَصْحَابُ الشِّمَالِۜ
Ve ashâbuş şimâli mâ ashâbuş şimâl.
Ashab-ı Şimal (amel defterleri soldan verilenler); ne bedbahttır o Ashab-ı Şimal!
ف۪ي سَمُومٍ وَحَم۪يمٍۙ
Fî semûmin ve hamîm.
İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde.
وَظِلٍّ مِنْ يَحْمُومٍۙ
Ve zıllin min yahmûm.
Ve kapkara bir dumandan bir gölge içinde.
لَا بَارِدٍ وَلَا كَر۪يمٍ
Lâ bâridin ve lâ kerîm.
Ne serindir, ne de faydalı.
اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُتْرَف۪ينَۚ
İnnehum kânû kable zâlike mutrefîn.
Çünkü onlar bundan önce şımartılmış (varlık içinde azmış) kimselerdi.
وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنْثِ الْعَظ۪يمِۚ
Ve kânû yusırrûne alel hinsil azîm.
Ve büyük günah işlemekte ısrar ediyorlardı.
وَكَانُوا يَقُولُونَ اَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَۙ
Ve kânû yekûlûne eizâ mitnâ ve kunnâ turâben ve ızâmen einnâ le meb’ûsûn.
Ve diyorlardı ki: “Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra mı, biz gerçekten diriltilecek miyiz?”
اَوَاٰبَٓاؤُ۬نَا الْاَوَّلُونَ
Eve âbâunel evvelûn.
“Önceki atalarımız da mı?”
قُلْ اِنَّ الْاَوَّل۪ينَ وَالْاٰخِر۪ينَۙ
Kul innel evvelîne vel âhirîn.
De ki: “Şüphesiz öncekiler de, sonrakiler de.”
لَمَجْمُوعُونَ اِلٰى م۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ
Le mecmû’ûne ilâ mîkâti yevmin ma’lûm.
“Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.”
ثُمَّ اِنَّكُمْ اَيُّهَا الضَّٓالُّونَ الْمُكَذِّبُونَۙ
Summe innekum eyyuhâd dâllûnel mukezzibûn.
Sonra siz ey sapkınlar, yalanlayıcılar!
لَاٰكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍۙ
Le âkilûne min şecerin min zakkûm.
Mutlaka Zakkum ağacından yiyeceksiniz.
فَمَالِؤُ۫نَ مِنْهَا الْبُطُونَۚ
Fe mâli’ûne minhel butûn.
Karınlarınızı ondan dolduracaksınız.
فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَم۪يمِۚ
Fe şâribûne aleyhi minel hamîm.
Onun üzerine de kaynar sudan içeceksiniz.
فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْه۪يمِۜ
Fe şâribûne şurbel hîm.
Susamış develerin içişi gibi içeceksiniz.
هٰذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدّ۪ينِۜ
Hâzâ nuzuluhum yevmed dîn.
İşte bu, ceza gününde onlara sunulacak ziyafetleridir.
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
Nahnu halaknâkum fe levlâ tusaddikûn.
Sizi biz yarattık. Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?
اَفَرَاَيْتُمْ مَا تُمْنُونَ
E fe raeytum mâ tumnûn.
Attığınız o meniyi gördünüz mü?
ءَاَنْتُمْ تَخْلُقُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ
E entum tahlukûnehû em nahnul hâlikûn.
Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوق۪ينَۙ
Nahnu kaddernâ beynekumul mevte ve mâ nahnu bi mesbûkîn.
Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilemez.
عَلٰٓى اَنْ نُبَدِّلَ اَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ ف۪ي مَا لَا تَعْلَمُونَ
Alâ en nubeddile emsâlekum ve nunşiekum fî mâ lâ ta’lemûn.
Sizi benzerlerinizle değiştirmek ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden yaratmak üzere (ölümü takdir ettik).
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ النَّشْاَةَ الْاُو۫لٰى فَلَوْلَا تَذَكَّرُونَ
Ve lekad alimtumun neş’etel ûlâ fe levlâ tezekkerûn.
Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَحْرُثُونَ
E fe raeytum mâ tahrusûn.
Ektiğiniz o tohumu gördünüz mü?
ءَاَنْتُمْ تَزْرَعُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ
E entum tezra’ûnehû em nahnuz zâri’ûn.
Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
لَوْ نَشَٓاءُ لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ
Lev neşâu le ce’alnâhu hutâmen fe zaltum tefekkehûn.
Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.
اِنَّا لَمُغْرَمُونَۙ
İnnâ le mugramûn.
“Doğrusu biz borç altına girdik.”
بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
Bel nahnu mahrûmûn.
“Hayır, biz mahrum bırakıldık” (derdiniz).
اَفَرَاَيْتُمُ الْمَٓاءَ الَّذ۪ي تَشْرَبُونَ
E fe raeytumul mâellezî teşrabûn.
İçtiğiniz o suyu gördünüz mü?
ءَاَنْتُمْ اَنْزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ اَمْ نَحْنُ الْمُنْزِلُونَ
E entum enzeltumûhu minel muzni em nahnul munzilûn.
Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
لَوْ نَشَٓاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ
Lev neşâu ce’alnâhu ucâcen fe levlâ teşkurûn.
Dileseydik onu tuzlu yapardık. Hâlâ şükretmeyecek misiniz?
اَفَرَاَيْتُمُ النَّارَ الَّت۪ي تُورُونَ
E fe raeytumun nârelletî tûrûn.
Tutuşturduğunuz o ateşi gördünüz mü?
ءَاَنْتُمْ اَنْشَأْتُمْ شَجَرَتَهَٓا اَمْ نَحْنُ الْمُنْشِؤُ۫نَ
E entum enşe’tum şeceretehâ em nahnul munşiûn.
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِلْمُقْو۪ينَ
Nahnu ce’alnâhâ tezkireten ve metâ’an lil mukvîn.
Biz onu bir ibret ve yolda kalanlar için bir fayda kıldık.
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ
Fe sebbih bismi rabbikel azîm.
O halde, O büyük Rabbinin adını tesbih et.
فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ
Fe lâ uksimu bi mevâkı’ın nucûm.
Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظ۪يمٌ
Ve innehu le kasemun lev ta’lemûne azîm.
Eğer bilirseniz, bu gerçekten büyük bir yemindir.
اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ
İnnehu le kur’ânun kerîm.
O, elbette şerefli bir Kur’an’dır.
ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ
Fî kitâbin meknûn.
Korunmuş bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) dır.
لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ
Lâ yemessuhû illel mutahherûn.
Ona temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz.
تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Tenzîlun min rabbil âlemîn.
Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.
اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَ
E fe bi hâzel hadîsi entum mudhinûn.
Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
Ve tec’alûne rızkakum ennekum tukezzibûn.
Ve rızkınızı, (onu) yalanlamaktan ibaret mi kılıyorsunuz?
فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ
Fe levlâ izâ belegatil hulkûm.
Can boğaza dayandığı zaman,
وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ
Ve entum hîneizin tenzurûn.
Siz o anda bakıp durursunuz.
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُبْصِرُونَ
Ve nahnu akrabu ileyhi minkum ve lâkin lâ tubsirûn.
Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.
فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ
Fe levlâ in kuntum gayra medînîn.
Eğer siz hesaba çekilmeyecek iseniz,
تَرْجِعُونَهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Terci’ûnehâ in kuntum sâdikîn.
Onu (o canı) geri çevirsenize, eğer doğru söyleyenler iseniz.
فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
Fe emmâ in kâne minel mukarrebîn.
Fakat (ölen kişi) Allah’a yaklaştırılmışlardan ise,
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ
Fe revhun ve reyhânun ve cennetu na’îm.
Ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti vardır.
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ
Ve emmâ in kâne min ashâbil yemîn.
Eğer Ashab-ı Yemin’den ise,
فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۜ
Fe selâmun leke min ashâbil yemîn.
“Sana Ashab-ı Yemin’den selam var!” (denir).
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ
Ve emmâ in kâne minel mukezzibîned dâllîn.
Ama eğer yalanlayan sapkınlardan ise,
فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ
Fe nuzulun min hamîm.
İşte ona kaynar sudan bir ziyafet vardır.
وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍ
Ve tasliyetu cahîm.
Ve cehenneme atılma vardır.
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ
İnne hâzâ lehuve hakkul yakîn.
Şüphesiz bu, kesin gerçeğin ta kendisidir.
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ
Fe sebbih bismi rabbikel azîm.
O halde, O büyük Rabbinin adını tesbih et.