Kehf Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًاۜ
Elhamdu lillâhillezî enzele alâ abdihil kitâbe ve lem yec’al lehu ivecâ.
Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik bırakmayan Allah’a mahsustur.
قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ
Kayyimen li yunzire be’sen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel mu’minînellezîne ya’melûnes sâlihâti enne lehum ecran hasenâ.
Onu dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki, kendi katından gelecek çetin bir azapla (inkârcıları) korkutsun ve sâlih ameller işleyen mü’minlere, kendileri için güzel bir mükâfat olduğunu müjdelesin.
مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ
Mâkisîne fîhi ebedâ.
Onlar orada ebedi kalacaklardır.
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا
Ve yunzirellezînekâluttehazallâhu veledâ.
Ve “Allah bir çocuk edindi” diyenleri uyarsın.
مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا
Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim, keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim, in yekûlûne illâ kezibâ.
Bu konuda ne kendilerinin ne de atalarının bir bilgisi vardır. Ağızlarından çıkan o söz ne büyük! Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا
Fe lealleke bâhıun nefseke alâ âsârihim in lem yu’minû bi hâzel hadîsi esefâ.
Bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, onların arkasından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin.
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
İnnâ cealnâ mâ alel ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ.
Biz, yeryüzündeki şeyleri, hangisinin daha güzel amel yapacağını sınamak için ona bir süs kıldık.
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًا
Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ.
Ve şüphesiz biz, onun üzerindeki her şeyi kupkuru bir toprak haline getireceğiz.
اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا
Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acebâ.
Yoksa sen, Kehf ve Rakîm Ashabı’nın (Mağara ve Kitabe halkının) bizim âyetlerimizden şaşılacak bir şey olduğunu mu sandın?
اِذْ اَوَى الْfِتْيَةُ اِلَى الْكَهْfِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا
İz evel fityetu ilel kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi’ lenâ min emrinâ reşedâ.
Hani o gençler mağaraya sığınmışlar ve “Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve işimizde bize doğruyu göster” demişlerdi.
فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْfِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ
Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ.
Bunun üzerine, mağarada nice yıllar kulaklarına (perde) vurduk (onları uyuttuk).
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا
Summe beasnâhum li na’leme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ.
Sonra onları uyandırdık ki, iki gruptan hangisinin, (mağarada) kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını bilelim.
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى
Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakk, innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ.
Biz sana onların haberini hak olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç gençti. Biz de onların hidayetlerini artırdık.
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَا۬ مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا
Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len ned’uve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ.
Onlar (hükümdarın karşısında) ayağa kalkarak, “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına asla ilah diye yalvarmayız. Yoksa andolsun, saçma sapan bir söz söylemiş oluruz” dedikleri zaman kalplerini pekiştirdik.
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا
Hâulâi kavmunettehazû min dûnihî âliheh, levlâ ye’tûne aleyhim bi sultânin beyyin, fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ.
“Şu bizim kavmimiz, O’ndan başka ilahlar edindiler. Onlara dair apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?”
وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُ۫ٓا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقًا
Ve izi’tezeltumûhum ve mâ ya’budûne illallâhe fe’vû ilel kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi’ lekum min emrikum mirfekâ.
“Mademki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının. Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.”
وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْfِهِمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ ف۪ي فَجْوَةٍ مِنْهُۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِۜ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا
Ve teraş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh, zâlike min âyâtillâh, men yehdillâhu fe huvel muhted, ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ.
Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol taraftan onları teğet geçtiğini görürdün. Onlar da mağaranın geniş bir yerindeydiler. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kimi hidayete erdirirse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık ona yol gösteren bir dost bulamazsın.
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا
Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûdun ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl, ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd, levittala’te aleyhim le velleyte minhum firâran ve le muli’te minhum ru’bâ.
Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola çeviriyorduk. Köpekleri de (mağaranın) girişinde ön ayaklarını uzatmış yatıyordu. Eğer onlara rastlasaydın, mutlaka onlardan dönüp kaçardın ve için korkuyla dolardı.
وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْۜ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّfْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا
Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum, kâle kâilun minhum kem lebistum, kâlû lebisnâ yevmen ev ba’da yevm, kâlû rabbukum a’lemu bimâ lebistum, feb’asû ehadekum bi verikıkum hâzihî ilel medîneti fel yenzur eyyuhâ ezkâ taâmen fel ye’tikum bi rızkın minhu vel yetelattaf ve lâ yuş’ıranne bikum ehadâ.
İşte böyle, kendi aralarında sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden bir sözcü, “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık” dediler. (Diğerleri) “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi sizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin. Baksın, hangisi daha temiz yiyecekse, size ondan bir rızık getirsin. Çok dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin” dediler.
اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُfْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا
İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ.
“Çünkü onlar, eğer sizi ele geçirirlerse, ya sizi taşlarlar, ya da kendi dinlerine döndürürler. O zaman da ebediyen kurtuluşa eremezsiniz.”
وَكَذٰلِكَ اَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُٓوا اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَاَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۚ اِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ اَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَانًاۜ رَبُّهُمْ اَعْلَمُ بِهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ غَلَبُوا عَلٰٓى اَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِدًا
Ve kezâlike a’sernâ aleyhim li ya’lemû enne va’dallâhi hakkun ve ennes sâate lâ raybe fîhâ, iz yetenâzeûne beynehum emrahum fe kâlubnû aleyhim bunyânâ, rabbuhum a’lemu bihim, kâlellezîne galebû alâ emrihim le nettehızenne aleyhim mescidâ.
Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyamet hakkında şüphe olmadığını bilsinler. Hani onlar, kendi aralarında bunların durumunu tartışıyorlardı. “Onların üzerine bir bina yapın” dediler. Rableri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler ise, “Mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız” dediler.
سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَدًا
Se yekûlûne selâsetun râbiuhum kelbuhum, ve yekûlûne hamsetun sâdisuhum kelbuhum recmen bil gayb, ve yekûlûne seb’atun ve sâminuhum kelbuhum, kul rabbî a’lemu bi ıddetihim mâ ya’lemuhum illâ kalîl, fe lâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhiran ve lâ testefti fîhim minhum ehadâ.
“(Bazıları) ‘Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir’ diyecekler. (Bazıları da) ‘Beş kişidir, altıncıları köpekleridir’ diyecekler. Bu, gayb hakkında taş atmaktır. (Bazıları da) ‘Yedi kişidir, sekizincileri köpekleridir’ derler. De ki: ‘Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir.’ Onları pek az kimseden başkası bilmez. O halde, onlar hakkında yüzeysel bir tartışmanın dışında tartışma ve onlardan hiç kimseye onlar hakkında bir şey sorma.”
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَاْيءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًاۙ
Ve lâ tekûlenne li şey’in innî fâılun zâlike gadâ.
Hiçbir şey için, “Bunu yarın yapacağım” deme.
اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا
İllâ en yeşâallâh, vezkur rabbeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni rabbî li akrabe min hâzâ reşedâ.
Ancak “İnşallah (Allah dilerse)” (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve “Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana iletir” de.
وَلَبِثُوا ف۪ي كَهْfِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis’â.
Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha eklediler.
قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَدًا
Kulillâhu a’lemu bimâ lebisû, lehu gaybus semâvâti vel ard, ebsır bihî ve esmı’, mâ lehum min dûnihî min veliyyin ve lâ yuşriku fî hukmihî ehadâ.
De ki: “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.” Göklerin ve yerin gaybı O’na aittir. O ne güzel görür, ne güzel işitir! Onların, O’ndan başka bir dostu yoktur. O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.
وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۜ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا
Vetlu mâ ûhıye ileyke min kitâbi rabbik, lâ mubeddile li kelimâtih, ve len tecide min dûnihî multehadâ.
Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirecek kimse yoktur. O’ndan başka sığınacak kimse de bulamazsın.
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْיَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْfَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا
Vasbir nefseke meallezîne yed’ûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta’du aynâke anhum turîdu zînetel hayâtid dunyâ, ve lâ tutı’ men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ.
Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na dua edenlerle beraber nefsini sabırlı tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, hevasına uyan ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْfُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًا اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّרָבُ وَسَٓاءَتْ مُרְתَّفَقًا
Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe fel yu’min ve men şâe fel yekfur, innâ a’tednâ liz zâlimîne nâran ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh, bi’seş şerâbu ve sâet murtefekâ.
De ki: “Hak, Rabbinizdendir.” Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz, zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırladık. Yardım istediklerinde, onlara erimiş maden gibi, yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir. O ne kötü bir içecektir ve ne kötü bir barınaktır!
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecra men ahsene amelâ.
İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphesiz biz, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zayi etmeyiz.
اُو۬לٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ עَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ נִعْمَ الثَّוָבُ وَحَسُنَتْ مُרְתَّفَقًا
Ulâike lehum cennâtu adnin tecrî min tahtimul enhâru yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve yelbesûne siyâben hudran min sundusin ve istebrakın muttekiîne fîhâ alel erâik, ni’mes sevâbu ve hasunet murtefekâ.
İşte onlar için, altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altından bileziklerle süslenirler. İnce ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerine yaslanırlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel bir barınaktır!
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا לِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا בِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا בَيْنَهُمَا זَرْעًا
Vadrıb lehum meselen raculeyni cealnâ li ehadihimâ cenneteyni min a’nâbin ve hafefnâhumâ bi nahlin ve cealnâ beynehumâ zer’â.
Onlara iki adamı misal ver. Onlardan birine, üzüm bağlarından oluşan iki bahçe verdik. Etraflarını hurma ağaçlarıyla çevirdik ve aralarına da bir ekin tarlası koyduk.
כּِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ שَيْـًٔا وَפَجَّרْنَا خِلَالَهُمَا נَهَرًاۙ
Kiltel cenneteyni âtet ukulehâ ve lem tazlim minhu şey’en ve feccernâ hılâlehumâ neherâ.
Her iki bahçe de ürünlerini verdi ve hiçbir şeyi eksik bırakmadı. Aralarından da bir ırmak akıttık.
وَכָּןَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ לِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُחَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَכْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَזُّ נَفَرًا
Ve kâne lehu semer, fe kâle li sâhibihî ve huve yuhâviruhu ene ekseru minke mâlen ve eazzu neferâ.
Onun (başka) ürünleri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona, “Ben senden malca daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm” dedi.
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ לِنَفْسِه۪ۚ قَالَ מَٓا اَظُنُّ اَنْ תَب۪يدَ هٰذِه۪ٓ اَبَدًاۙ
Ve dehale cennetehu ve huve zâlimun li nefsih, kâle mâ ezunnu en tebîde hâzihî ebedâ.
Nefsine zulmederek bağına girdi ve “Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum” dedi.
وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ קَٓائِمَةً وَلَئِنْ רُدِدْتُ اِلٰى רַבّ۪ي לَاَجِدَنَّ خَيْرًا مِنْهَا מُنْقَلَبًا
Ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve lein rudidtu ilâ rabbî le ecidenne hayran minhâ munkalebâ.
“Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem, elbette bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum.”
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُחَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ נُטْفَةٍ ثُمَّ سَוّٰيكَ רَجُلًا
Kâle lehu sâhibuhu ve huve yuhâviruhu e keferte billezî halakake min turâbin summe min nutfetin summe sevvâke raculâ.
Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam olarak düzenleyen (Allah’ı) mı inkâr ediyorsun?”
لٰكِنَّا هُوَ اللّٰهُ رَبّ۪ي وَלَٓا اُشْرِكُ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا
Lâkinnâ huvallâhu rabbî ve lâ uşriku bi rabbî ehadâ.
“Fakat O, benim Rabbim olan Allah’tır. Ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.”
وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا שَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ
Ve levlâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh, in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ.
“Bağına girdiğin zaman, ‘Maşallah! Güç ancak Allah’ındır’ demen gerekmez miydi? Eğer beni malca ve evlatça kendinden daha az görüyorsan (ne çıkar).”
فَعَسٰى רַבّ۪ٓي اَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا חُسْبَانًا مِنَ السَّמَٓاءِ فَتُصْبِحَ صَع۪يدًا זَلَقًاۙ
Fe asâ rabbî en yu’tiyeni hayran min cennetike ve yursile aleyhâ husbânen mines semâi fe tusbiha saîden zelekâ.
“Belki Rabbim bana, senin bağından daha hayırlısını verir ve senin bağına gökten bir afet gönderir de, o, kaygan bir toprak haline gelir.”
اَوْ يُصْبِحَ מَٓاؤُ۫هَا غَوْרًا فَلَنْ תَسْتَط۪יעَ לَهُ طَلَبًا
Ev yusbiha mâuhâ gavran fe len testetîa lehu talebâ.
“Yahut suyu çekilir de, bir daha onu bulamazsın.”
وَاُח۪יטَ بِثَمَرِه۪ فَاَصْبَحَ يُقَلِّبُ כּَفَّيْهِ عَلٰى מَٓا اَنْפَقَ ف۪يهَا وَהِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا לَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا
Ve uhîta bi semerihî fe asbaha yukallibu keffeyhi alâ mâ enfeka fîhâ ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve yekûlu yâ leytenî lem uşrik bi rabbî ehadâ.
Derken onun bütün serveti kuşatılıp yok edildi. O da, çardakları üzerine çökmüş olan bağına yaptığı harcamalara karşı avuçlarını oğuşturmaya başladı ve “Keşke Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım” diyordu.
وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ דُونِ اللّٰهِ وَمَا כָּןَ مُنْتَصِرًا
Ve lem tekun lehu fietun yensurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne muntasırâ.
Allah’tan başka ona yardım edecek bir topluluğu da olmadı. Kendi kendini kurtaracak durumda da değildi.
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّۜ هُوَ خَيْرٌ ثَוָابًا وَخَيْرٌ עُقْبًا
Hunâlikel velâyetu lillâhil hakk, huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ.
İşte o durumda yardım ve dostluk, hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en hayırlı olan da, sonucu en hayırlı kılan da O’dur.
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْיَا كَمَٓاءٍ اَنْזَلْنَاهُ مِنَ السَّמَٓاءِ فَاخْتَلَטَ بِه۪ נَبَاتُ الْاَرْضِ פَاَصْبَحَ هَש۪ימًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُۜ وَכָּןَ اللّٰهُ عَلٰى כּُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِرًا
Vadrıb lehum meselel hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahtelata bihî nebâtul ardı fe asbaha heşîmen tezrûhur riyâh, ve kânallâhu alâ kulli şey’in muktedirâ.
Onlara dünya hayatının misalini ver: O, gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Yeryüzünün bitkisi onunla karışır. Sonra da rüzgârların savurduğu bir çer çöp haline gelir. Allah, her şeye kadirdir.
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ז۪ינَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْיَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَוָابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا
El mâlu vel benûne zînetul hayâtid dunyâ, vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelâ.
Mal ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan sâlih ameller ise, Rabbinin katında sevapça da hayırlıdır, ümit olarak da hayırlıdır.
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ בَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ اَحَدًا
Ve yevme nuseyyirul cibâle ve teral arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ.
Dağları yürüttüğümüz ve yeryüzünü çırılçıplak gördüğün günü hatırla. Onları mahşerde toplarız da, içlerinden hiçbirini geride bırakmayız.
وَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ صَفًّاۜ לَقَدْ جِئْتُمُونَا כּَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ בַּلْ זَعَمْتُمْ اَلَّنْ נَجْعَلَ לَكُمْ מَوْעِدًا
Ve uridû alâ rabbike saffâ, lekad ci’tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merretin bel zaamtum ellen nec’ale lekum mev’ıdâ.
Onlar, saf halinde Rabbine arz edilirler. “Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz. Oysa siz, size asla bir buluşma zamanı belirlemeyeceğimizi sanmıştınız.”
وَوُضِעَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ مُشْfِق۪ينَ مِمَّا ف۪يهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَا لِהٰذَا الْكِתَابِ لَا يُغَادِرُ صَغ۪ירَةً وَلَا כּَب۪ירَةً اِلَّٓا اَحْصٰيهَاۚ وَوَجَدُوا مَا עَمِلُوا حَاضِرًاۜ وَلَا يَظْلِمُ רַבُّكَ اَحَدًا
Ve vudıal kitâbu fe teral mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâli hâzel kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ, ve vecedû mâ amilû hâdırâ, ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ.
Kitap (amel defteri) ortaya konulur. Suçluları, onun içindekilerden korkmuş görürsün. “Vay başımıza gelene! Bu nasıl bir kitaptır ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” derler. Yaptıklarını hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰדَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ כָּןَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ רַבِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ דُون۪ي وَهُمْ לَكُمْ עَدُوٌّۜ بِئْسَ לِلظَّالِم۪ينَ בּَדَلًا
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs, kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih, e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv, bi’se liz zâlimîne bedelâ.
Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de, İblis hariç hepsi secde etmişti. O, cinlerdendi de, Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da, onlar sizin düşmanınız iken, onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!
مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّמٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْפُسِهِمْ وَمَا כּُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ עَضُدًا
Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ.
Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendi nefislerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben saptıranları da yardımcı edinecek değilim.
وَيَوْمَ يَقُولُ נَادُوا شُرَكَٓائِيَ الَّذ۪ينَ זَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا לَهُمْ وَجَعَلْنَا בَيْنَهُمْ מَوْبِقًا
Ve yevme yekûlu nâdû şurakâiyellezîne zaamtum fe deavhum fe lem yestecîbû lehum ve cealnâ beynehum mevbikâ.
O gün (Allah), “Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiklerinizi çağırın” der. Onları çağırırlar, fakat kendilerine cevap vermezler. Biz onların arasına bir helak vadisi koymuşuzdur.
وَرَاَ الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مُוَاقِעُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا מַصْرِفًا
Ve rael mucrimûnen nâre fe zannû ennehum muvâkıûhâ ve lem yecidû anhâ masrifâ.
Suçlular ateşi görürler de, ona düşeceklerini anlarlar. Ondan kaçacak bir yer de bulamazlar.
وَلَقَدْ صَرَّפْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰןِ לِلنَّاسِ مِنْ כּُلِّ מَثَلٍۜ وَכָּןَ الْاِنْسَانُ اَכْثَرَ שَيْءٍ جَدَلًا
Ve lekad sarrafnâ fî hâzel kur’âni lin nâsi min kulli mesel, ve kânel insânu eksere şey’in cedelâ.
Andolsun, biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali verdik. Fakat insan, tartışmaya en düşkün varlıktır.
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْfِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا
Ve mâ menean nâse en yu’minû iz câehumul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev ye’tiyehumul azâbu kubulâ.
Kendilerine hidayet geldiğinde insanları iman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin kanununun kendi başlarına da gelmesini veya azabın göz göre göre kendilerine gelmesini beklemeleridir.
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا
Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn, ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ.
Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler ise, hakkı bâtılla ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay konusu edindiler.
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا
Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe a’rada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâh, innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ, ve in ted’uhum ilel hudâ fe len yehtedû izen ebedâ.
Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren ve kendi ellerinin yaptığı (kötülükleri) unutandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz biz, onu anlamamaları için kalplerine örtüler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan da, artık ebediyen hidayete eremezler.
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا
Ve rabbukel gafûru zur rahmeh, lev yuâhizuhum bimâ kesebû le accele lehumul azâb, bel lehum mev’idun len yecidû min dûnihî mev’ilâ.
Senin Rabbin, çok bağışlayıcıdır, rahmet sahibidir. Eğer onları kazandıkları yüzünden hemen cezalandırsaydı, onlara azabı çabucak verirdi. Fakat onlar için vaat edilmiş bir zaman vardır ki, o geldiğinde O’ndan başka bir sığınak bulamazlar.
وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا
Ve tilkel kurâ ehleknâhum lemmâ zalemû ve cealnâ li mehlikihim mev’ıdâ.
İşte o memleketler! Zulmettikleri zaman onları helak ettik ve helak edilmeleri için de belli bir zaman tayin ettik.
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا
Ve iz kâle mûsâ li fetâhu lâ ebrahu hattâ ebluga mecmeal bahreyni ev emdıye hukubâ.
Hani Mûsâ, genç yardımcısına, “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar, yahut yıllarca yürümedikçe durmayacağım” demişti.
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
Fe lemmâ belegâ mecmea beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fettehaze sebîlehu fîl bahri serabâ.
İkisi, iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık da denizde bir delik açıp yolunu tuttu.
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا
Fe lemmâ câvezâ kâle li fetâhu âtinâ gadâenâ, lekad lakînâ min seferinâ hâzâ nasabâ.
Orayı geçtikleri zaman, Mûsâ genç yardımcısına, “Yemeğimizi getir. Andolsun, bu yolculuğumuzda yorgun düştük” dedi.
قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا
Kâle e raeyte iz eveynâ iles sahrati fe innî nesîtul hût, ve mâ ensânîhu illâş şeytânu en ezkureh, vettehaze sebîlehu fîl bahri acebâ.
Dedi ki: “Gördün mü, kayaya sığındığımız zaman balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tuttu.”
قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۚ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصًاۙ
Kâle zâlike mâ kunnâ nebgı, ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ.
(Mûsâ) “İşte aradığımız buydu” dedi. Hemen izlerini takip ederek geri döndüler.
فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
Fe vecedâ abden min ıbâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ.
Derken, kullarımızdan, kendisine katımızdan bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan bir ilim öğrettiğimiz bir kul buldular.
قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ.
Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden, bana, doğruya ulaştıran bir bilgi öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” dedi.
قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ.
Dedi ki: “Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin.”
وَكَيْfَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا
Ve keyfe tasbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ.
“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin?”
قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْرًا
Kâle se tecidunî in şâallâhu sâbiran ve lâ a’sî leke emrâ.
(Mûsâ) “İnşallah beni sabırlı bulacaksın. Ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim” dedi.
قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا
Kâle fe initteba’tenî fe lâ tes’elnî an şey’in hattâ uhdise leke minhu zikrâ.
Dedi ki: “Eğer bana tabi olursan, ben sana ondan söz açıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma.”
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّf۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا اِمْرًا
Fentalekâ, hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ, kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ, lekad ci’te şey’en imrâ.
Böylece yola çıktılar. Nihayet gemiye bindiklerinde, (o kul) onu deldi. (Mûsâ) “İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Andolsun, sen çok kötü bir iş yaptın” dedi.
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ.
Dedi ki: “Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin dememiş miydim?”
قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْرًا
Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu ve lâ turhıknî min emrî usrâ.
(Mûsâ) “Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama ve işimde bana zorluk çıkarma” dedi.
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا זَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا
Fentalekâ, hattâ izâ lakıyâ gulâmen fe katelehu, kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefs, lekad ci’te şey’en nukrâ.
Yine yola çıktılar. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında, (o kul) onu öldürdü. (Mûsâ) “Bir cana karşılık olmaksızın, masum bir cana mı kıydın? Andolsun, sen çok çirkin bir iş yaptın” dedi.
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle e lem ekul leke inneke len testetîa maiye sabrâ.
Dedi ki: “Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin dememiş miydim?”
قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْرًا
Kâle in seeltuke an şey’in ba’dehâ fe lâ tusâhibnî, kad belagte min ledunnî uzrâ.
(Mûsâ) “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir mazerete ulaşmış olursun” dedi.
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّfُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَارًا يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا
Fentalekâ, hattâ izâ eteyâ ehle karyetinistat’amâ ehlehâ fe ebev en yudayyifûhumâ fe vecedâ fîhâ cidâran yurîdu en yenkadda fe ekâmeh, kâle lev şi’te lettehazte aleyhi ecrâ.
Yine yola çıktılar. Nihayet bir kasabaya varıp, halkından yiyecek istediler. Fakat onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, (o kul) onu doğrulttu. (Mûsâ) “İsteseydin, buna karşılık bir ücret alırdın” dedi.
قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا
Kâle hâzâ firâku beynî ve beynik, se unebbiuke bi te’vîli mâ lem testetı’ aleyhi sabrâ.
Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aramızdaki ayrılıktır. Sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim.”
اَمَّا السَّf۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْبًا
Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri fe eradtu en eîbehâ ve kâne verâehum melikun ye’huzu kulle sefînetin gasbâ.
“O gemi, denizde çalışan yoksul kimselere aitti. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü arkalarında, her (sağlam) gemiye zorla el koyan bir kral vardı.”
وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُfْرًا
Ve emmel gulâmu fe kâne ebevâhu mu’mineyni fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ.
“O erkek çocuğa gelince, anne babası mü’min kimselerdi. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْمًا
Fe eradnâ en yubdilehumâ rabbuhumâ hayran minhu zekâten ve akrabe ruhmâ.
“İstedik ki, Rableri onlara onun yerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.”
وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحًا فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا
Ve emmel cidâru fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti ve kâne tahtehu kenzun lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihâ, fe erâde rabbuke en yeblugâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmeten min rabbik, ve mâ fealtuhu an emrî, zâlike te’vîlu mâ lem testı’ aleyhi sabrâ.
“O duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğa aitti. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da sâlih bir kimseydi. Rabbin, onların ergenlik çağına ulaşıp, Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunu kendi emrimle yapmadım. İşte bu, sabredemediğin şeylerin iç yüzüdür.”
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًا
Ve yes’elûneke an zil karneyn, kul se etlû aleykum minhu zikrâ.
Sana Zülkarneyn hakkında soruyorlar. De ki: “Size ondan bir hatıra okuyacağım.”
اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا
İnnâ mekkennâ lehu fîl ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ.
Biz onu yeryüzünde güç sahibi kıldık ve ona her şeyden bir sebep (yol ve vasıta) verdik.
فَاَتْبَعَ سَبَبًا
Fe etbea sebebâ.
O da bir yol tuttu.
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّמْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّבَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا
Hattâ izâ belega magribeş şemsi vecedehâ tagrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmâ, kulnâ yâ zel karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ.
Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Orada bir kavim buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Ya (onlara) azap edersin, ya da onlara karşı iyi davranırsın.”
قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّבُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّבُهُ عَذَابًا نُكْرًا
Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yuraddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ.
Dedi ki: “Kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra da Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azapla cezalandırır.”
وَاَمَّا مَنْ اٰמَنَ وَעَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْرًا
Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâenil husnâ, ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ.
“Kim de iman edip sâlih bir amel işlerse, ona en güzel mükâfat vardır. Biz de ona emrimizden kolay olanı söyleriz.”
ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ.
Sonra (başka) bir yol tuttu.
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّמْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ דُونِهَا سِתْرًا
Hattâ izâ belega matlıaş şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ.
Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, onu, kendilerine güneşe karşı bir örtü kılmadığımız bir kavmin üzerine doğar buldu.
כּَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا לَدَيْهِ خُבْرًا
Kezâlik, ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ.
İşte böyle. Biz onun yanında olan her şeyi ilmimizle kuşatmıştık.
ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ.
Sonra (yine başka) bir yol tuttu.
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ דُونِهِمَا קَوْمًا لَا يَكَادُونَ יَفْقَهُونَ קَوْلًا
Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ.
Nihayet iki sed arasına varınca, onların önünde neredeyse hiç söz anlamayan bir kavim buldu.
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَמَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ פَهَلْ נَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ תַجْعَلَ بَيْنَنَا وَבَيْنَهُمْ سَدًّا
Kâlû yâ zel karneyni inne ye’cûce ve me’cûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tec’ale beynenâ ve beynehum seddâ.
Dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?”
قَالَ مَا מَכَّנّ۪ي ف۪يهِ רַבّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَבَيْنَهُمْ רَدْمًا
Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ec’al beynekum ve beynehum redmâ.
Dedi ki: “Rabbimin bana verdiği (imkânlar) daha hayırlıdır. Siz bana güçle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım.”
اٰتُون۪ي זُבَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ נَارًاۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِטْرًا
Âtûnî zuberal hadîd, hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ.
“Bana demir kütleleri getirin.” İki dağın arasını (demirle) bir seviyeye getirince, “Körükleyin!” dedi. Onu bir ateş haline getirince de, “Bana erimiş bakır getirin, üzerine dökeyim” dedi.
فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ יَظْهَرُوهُ وَמَا اسْتَطَاعُوا لَهُ נَقْبًا
Fe mestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ.
Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler.
قَالَ هٰذَا רַחْمَةٌ مِنْ רַבّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَעْدُ רַבّ۪ي جَعَلَهُ دَכَّٓاءًۚ وَכָּןَ وَעْدُ רַבّ۪ي חَقًّا
Kâle hâzâ rahmetun min rabbî, fe izâ câe va’du rabbî cealehu dekkâ’, ve kâne va’du rabbî hakkâ.
(Zülkarneyn) dedi ki: “Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır.”
وَתَرَכْنَا בַּعْضَهُمْ يَوْמَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَנُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا
Ve tereknâ ba’dahum yevmeizin yemûcu fî ba’dın ve nufiha fîs sûri fe cema’nâhum cem’â.
O gün biz onları, birbirine çarparak dalgalanır bir halde bırakırız. Sûr’a da üfürülür, hepsini bir araya toplarız.
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْמَئِذٍ لِلْكَافِر۪ينَ עَرْضًا
Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lil kâfirîne ardâ.
O gün cehennemi, kâfirlere tam bir gösterişle gösteririz.
اَلَّذ۪ينَ כָּנَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِטَٓاءٍ עَنْ ذِכْر۪ي وَכָּנُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعًا
Ellezîne kânet a’yunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne sem’â.
Onlar ki, gözleri benim zikrime karşı bir perde içindeydi ve işitmeye de tahammül edemiyorlardı.
اَفَحَسِبَ الَّذ۪ينَ כּَفَرُٓوا اَنْ يَتَّخِذُوا עִבَاد۪ي مِنْ דُون۪ٓي اَوْلِيَٓاءَۜ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ לِلْكَافِر۪ينَ נُזُلًا
E fe hasibellezîne keferû en yettehızû ıbâdî min dûnî evliyâ’, innâ a’tednâ cehenneme lil kâfirîne nuzulâ.
İnkâr edenler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz biz cehennemi, kâfirler için bir konaklama yeri olarak hazırladık.
قُلْ هَلْ נُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالًا
Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ.
De ki: “Amelleri en çok boşa gidenleri size haber verelim mi?”
اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْיَا وَهُمْ יَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â.
Onlar, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş kimselerdir. Kendileri ise, güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.
اُو۬לٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ כּَفَرُوا بِاٰיָתِ רַבِّهِمْ وَلِقَٓائِه۪ פَحَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَلَا נُק۪يمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰמَةِ وَזْنًا
Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyâmeti veznâ.
İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet gününde onlar için bir terazi kurmayız.
ذٰلِكَ جَזَٓاؤُهُمْ جَهَنَّםُ בِمَا כּَفَرُوا وَاتَّخَذُٓوا اٰיָת۪ي وَרֻسُل۪ي הُזُوًا
Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ.
İnkâr etmeleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle, onların cezası cehennemdir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰמَنُوا وَעَمِلُوا الصَّالِحَاتِ כָּנَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ נُזُلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kânet lehum cennâtul firdevsi nuzulâ.
Şüphesiz iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için bir konaklama yeri olarak Firdevs cennetleri vardır.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا יَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا
Hâlidîne fîhâ lâ yebgûne anhâ hıvelâ.
Orada ebedi kalacaklar, oradan ayrılmak istemeyeceklerdir.
قُلْ لَوْ כָּןَ الْبَحْرُ מִדَادًا לِكَلِمَاتِ רַבّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ קَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ כּَلِمَاتُ רַבّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ מَدَدًا
Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefil bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ.
De ki: “Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, bir o kadar da ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenirdi.”
قُلْ اِنَّמَٓا اَنَا۬ بَשَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّמَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا לِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ רַבِّه۪ٓ اَحَدًا
Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhıd, fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya’mel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ.
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”