Kamer Suresi (Ayet Ayet) – Tasavvuf Yolu

Kamer Suresi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

1

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ

Ikterabetis sâatu ven şakkal kamer.

Saat (kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı.

2

وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

Ve in yerev âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun mustemir.

Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve “Süregelen bir sihirdir” derler.

3

وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ وَكُلُّ اَمْرٍ مُسْتَقِرٌّ

Ve kezzebû vettebeû ehvâehum ve kullu emrin mustekirr.

Yalanladılar, nefislerinin arzularına uydular. Halbuki her iş, (Allah nasıl takdir ettiyse öylece) gerçekleşecektir.

4

وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنَ الْاَنْبَٓاءِ مَا ف۪يهِ مُزْدَجَرٌۙ

Ve lekad câehum minel enbâi mâ fîhi muzdecer.

Andolsun, onlara içinde (kötülükten) caydırıcı nice haberler geldi.

5

حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُ

Hikmetun bâligatun fe mâ tugnin nuzur.

(Bu haberler) zirveye ulaşmış birer hikmettir! Fakat uyarılar fayda vermiyor!

6

فَتَوَلَّ عَنْهُمْۢ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ اِلٰى شَيْءٍ نُكُرٍۙ

Fe tevelle anhum, yevme yed’ud dâi ilâ şey’in nukur.

O halde sen de onlardan yüz çevir. O davetçinin (İsrafil’in) benzeri görülmemiş (korkunç) bir şeye çağırdığı gün,

7

خُشَّعًا اَبْصَارُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ الْاَجْدَاثِ كَاَنَّهُمْ جَرَادٌ مُنْتَشِرٌۙ

Huşşean ebsâruhum yahrucûne minel ecdâsi ke ennehum cerâdun munteşir.

Gözleri düşmüş bir halde, dağılmış çekirgeler gibi kabirlerden çıkarlar.

8

مُهْطِع۪ينَ اِلَى الدَّاعِۜ يَقُولُ الْكَافِرُونَ هٰذَا يَوْمٌ عَسِرٌ

Muhtıîne iled dâ’, yekûlul kâfirûne hâzâ yevmun asir.

Davetçiye doğru koşarlarken kâfirler, “Bu zor bir gün” derler.

9

كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ

Kezzebet kablehum kavmu nûhın fe kezzebû abdenâ ve kâlû mecnûnun vezducir.

Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalanlayıp “Bu bir delidir” dediler ve o (tebliğ görevinden) alıkonuldu.

10

فَدَعَا رَبَّهُٓ اَنّ۪ي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ

Fe deâ rabbehû ennî maglûbun fentasır.

O da Rabbine, “Ey Rabbim! Ben yenilgiye uğradım, yardım et” diye dua etti.

11

فَفَتَحْنَٓا اَبْوَابَ السَّمَٓاءِ بِمَٓاءٍ مُنْهَمِرٍۘ

Fe fetahnâ ebvâbes semâi bi mâin munhemir.

Biz de göğün kapılarını dökülürcesine yağan bir yağmurla açtık.

12

وَفَجَّرْنَا الْاَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَٓاءُ عَلٰٓى اَمْرٍ قَدْ قُدِرَۚ

Ve feccernel arda uyûnen feltekal mâu alâ emrin kad kudir.

Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular, takdir edilmiş bir iş için birleşti.

13

وَحَمَلْنَاهُ عَلٰى ذَاتِ اَلْوَاحٍ وَدُسُرٍۙ

Ve hamelnâhu alâ zâti elvâhın ve dusur.

Biz Nûh’u, levhalardan yapılmış ve çivilerle perçinlenmiş bir gemiye bindirdik.

14

تَجْر۪ي بِاَعْيُنِنَاۚ جَزَٓاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ

Tecrî bi a’yuninâ, cezâen li men kâne kufir.

Gemi, inkâr edilen kimseye (Nuh’a) bir mükafat olarak gözetimimiz altında yüzüyordu.

15

وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَٓا اٰيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad tereknâhâ âyeten fe hel min muddekir.

Andolsun, biz onu bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp ibret alan?

16

فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur.

Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!

17

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne liz zikri fe hel min muddekir.

Andolsun, biz Kur’an’ı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?

18

كَذَّبَتْ عَادٌ فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Kezzebet âdun fe keyfe kâne azâbî ve nuzur.

Âd kavmi de yalanladı. Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!

19

اِنَّٓا اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ر۪يحًا صَرْصَرًا ف۪ي يَوْمِ نَحْسٍ مُسْتَمِرٍّۙ

İnnâ erselnâ aleyhim rîhan sarsaran fî yevmi nahsin mustemir.

Biz onların üzerine, uğursuzluğu devam eden bir günde, dondurucu bir rüzgar gönderdik.

20

تَنْزِعُ النَّاسَۙ كَاَنَّهُمْ اَعْجَازُ نَخْلٍ مُنْقَعِرٍ

Tenziun nâse ke ennehum a’câzu nahlin munkaır.

O rüzgâr, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.

21

فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur.

Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!

22

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne liz zikri fe hel min muddekir.

Andolsun, biz Kur’an’ı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?

23

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِالنُّذُرِ

Kezzebet semûdu bin nuzur.

Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.

24

فَقَالُٓوا اَبَشَرًا مِنَّا وَاحِدًا نَتَّبِعُهُٓۙ اِنَّٓا اِذًا لَف۪ي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ

Fe kâlû e beşeren minnâ vâhıden nettebiuhû innâ izen le fî dalâlin ve suur.

Dediler ki: “İçimizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz büyük bir sapıklık ve çılgınlığa düşmüş oluruz.”

25

ءَاُلْقِيَ الذِّكْرُ عَلَيْهِ مِنْ بَيْنِنَا بَلْ هُوَ كَذَّابٌ اَشِرٌ

E ulkıyez zikru aleyhi min beyninâ bel huve kezzâbun eşir.

“Vahiy, içimizden ona mı indirildi? Hayır, o yalancı ve şımarığın tekidir!”

26

سَيَعْلَمُونَ غَدًا مَنِ الْكَذَّابُ الْاَشِرُ

Seya’lemûne gaden menil kezzâbul eşir.

Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir.

27

اِنَّا مُرْسِلُوا النَّاقَةِ فِتْنَةً لَهُمْ فَارْتَقِبْهُمْ وَاصْطَبِرْ

İnnâ mursilûn nâkati fitneten lehum fertekıbhum vastabir.

Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret.

28

وَنَبِّئْهُمْ اَنَّ الْمَٓاءَ قِسْمَةٌ بَيْنَهُمْۚ كُلُّ شِرْبٍ مُحْتَضَرٌ

Ve nebbi’hum ennel mâe kısmetun beynehum, kullu şirbin muhtadar.

Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Herkes kendi içme sırasına gelsin.

29

فَنَادَوْا صَاحِبَهُمْ فَتَعَاطٰى فَعَقَرَ

Fe nâdev sâhibehum fe teâtâ fe akar.

Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar. O da (bu işe) atıldı ve (deveyi) kesti.

30

فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur.

Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!

31

اِنَّٓا اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَكَانُوا كَهَش۪يمِ الْمُحْتَظِرِ

İnnâ erselnâ aleyhim sayhaten vâhıdeten fe kânû ke heşîmil muhtezir.

Şüphesiz biz, onların üzerine tek bir korkunç ses gönderdik de, onlar, ağıldaki hayvanların çiğneyip ufaladıkları kuru çöpler gibi oldular.

32

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne liz zikri fe hel min muddekir.

Andolsun, biz Kur’an’ı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?

33

كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ بِالنُّذُرِ

Kezzebet kavmu lûtın bin nuzur.

Lût kavmi de uyarıcıları yalanladı.

34

اِنَّٓا اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ حَاصِبًا اِلَّٓا اٰلَ لُوطٍۜ نَجَّيْنَاهُمْ بِسَحَرٍۙ

İnnâ erselnâ aleyhim hâsiben illâ âle lût, necceynâhum bi sehar.

Biz de üzerlerine taş (yağdıran bir fırtına) gönderdik. Ancak Lût ailesi müstesna, onları seher vaktinde kurtardık.

35

نِعْمَةً مِنْ عِنْدِنَاۜ كَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ شَكَرَ

Ni’meten min indinâ, kezâlike neczî men şeker.

Katımızdan bir nimet olarak. Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız.

36

وَلَقَدْ اَنْذَرَهُمْ بَطْشَتَنَا فَتَمَارَوْا بِالنُّذُرِ

Ve lekad enzerahum batşetenâ fe temârav bin nuzur.

Andolsun, o (Lût), onları bizim şiddetli yakalayışımıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar, bu uyarılara şüpheyle baktılar.

37

وَلَقَدْ رَاوَدُوهُ عَنْ ضَيْفِه۪ فَطَمَسْنَٓا اَعْيُنَهُمْ فَذُوقُوا عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Ve lekad râvedûhu an dayfihî fe tamesnâ a’yunehum fe zûkû azâbî ve nuzur.

Andolsun, onlar onun misafirlerine (meleklere) kötülük yapmaya kalktılar. Biz de onların gözlerini silme kör ettik. “Haydi, azabımı ve uyarılarımı tadın!” (dedik).

38

وَلَقَدْ صَبَّحَهُمْ بُكْرَةً عَذَابٌ مُسْتَقِرٌّ

Ve lekad sabbehahum bukreten azâbun mustekirr.

Andolsun, onlara sabahleyin kalıcı bir azap gelip çattı.

39

فَذُوقُوا عَذَاب۪ي وَنُذُرِ

Fe zûkû azâbî ve nuzur.

“Haydi, azabımı ve uyarılarımı tadın!”

40

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad yessernel kur’âne liz zikri fe hel min muddekir.

Andolsun, biz Kur’an’ı, düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?

41

وَلَقَدْ جَٓاءَ اٰلَ فِرْعَوْنَ النُّذُرُ

Ve lekad câe âle fir’avnen nuzur.

Andolsun, Firavun’un ailesine de uyarıcılar gelmişti.

42

كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا كُلِّهَا فَاَخَذْنَاهُمْ اَخْذَ عَز۪يزٍ مُقْتَدِرٍ

Kezzebû bi âyâtinâ kullihâ fe ehaznâhum ahze azîzin muktedir.

Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları, mutlak güç sahibi, her şeye gücü yeten birinin yakalayışıyla yakaladık.

43

اَكُفَّارُكُمْ خَيْرٌ مِنْ اُو۬لٰٓئِكُمْ اَمْ لَكُمْ بَرَٓاءَةٌ فِي الزُّبُرِ

E kuffârukum hayrun min ulâikum em lekum berâetun fîz zubur.

Sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı hayırlıdır? Yoksa sizin için kitaplarda bir beraat (kurtuluş belgesi) mi var?

44

اَمْ يَقُولُونَ نَحْنُ جَم۪يعٌ مُنْتَصِرٌ

Em yekûlûne nahnu cemîun muntasır.

Yoksa onlar, “Biz, birbirine yardım eden bir topluluğuz” mu diyorlar?

45

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ

Se yuhzemul cem’u ve yuvellûned dubur.

O topluluk yakında bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.

46

بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ اَدْهٰى وَاَمَرُّ

Belis sâatu mev’ıduhum ves sâatu edhâ ve emerr.

Asıl onların buluşma zamanı, kıyamet saatidir. O saat, daha dehşetli ve daha acıdır.

47

اِنَّ الْمُجْرِم۪ينَ ف۪ي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ

İnnel mucrimîne fî dalâlin ve suur.

Şüphesiz suçlular, bir sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

48

يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلٰى وُجُوهِهِمْۜ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ

Yevme yushabûne fîn nâri alâ vucûhihim, zûkû messe sekar.

O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde, “Sekar’ın (cehennemin) dokunuşunu tadın!” (denir).

49

اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader.

Şüphesiz biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.

50

وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

Ve mâ emrunâ illâ vâhıdetun ke lemhın bil basar.

Bizim emrimiz, bir göz açıp kapama gibi, sadece bir anlıktır.

51

وَلَقَدْ اَهْلَكْنَٓا اَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve lekad ehleknâ eşyâakum fe hel min muddekir.

Andolsun, biz sizin benzerlerinizi hep helâk ettik. Düşünüp ibret alan yok mu?

52

وَكُلُّ شَيْءٍ فَعَلُوهُ فِي الزُّبُرِ

Ve kullu şey’in fealûhu fîz zubur.

Onların yaptıkları her şey, kitaplarda (amel defterlerinde) yazılıdır.

53

وَكُلُّ صَغ۪يرٍ وَكَب۪يرٍ مُسْتَطَرٌ

Ve kullu sagîrin ve kebîrin mustetar.

Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır.

54

اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍۙ

İnnel muttakîne fî cennâtin ve neher.

Şüphesiz, takva sahipleri cennetlerde ve ırmak (kenarların)dadırlar.

55

ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ

Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir.

Güçlü bir Hükümdar’ın katında, doğruluk meclisindedirler.