Furkan Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
تَبَارَكَ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَم۪ينَ نَذ۪يرًاۙ
Tebârakellezî nezzelel furkâne alâ abdihî li yekûne lil âlemîne nezîrâ.
Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı (hak ile batılı ayıran Kur’an’ı) indiren Allah’ın şanı ne yücedir!
اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا
Ellezî lehu mulkus semâvâti vel ardı ve lem yettehız veleden ve lem yekun lehu şerîkun fîl mulki ve halaka kulle şey’in fe kadderahu takdîrâ.
O ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış ve ona bir ölçü ve düzen vermiştir.
وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيٰوةً وَلَا نُشُورًا
Vettehazû min dûnihî âliheten lâ yahlukûne şey’en ve hum yuhlakûne ve lâ yemlikûne li enfusihim darran ve lâ nef’an ve lâ yemlikûne mevten ve lâ hayâten ve lâ nuşûrâ.
O’nu bırakıp da, hiçbir şey yaratamayan, kendileri yaratılmış olan, kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeye güçleri yeten, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye de güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اِfْكٌ افْتَرٰيهُ وَاَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ اٰخَرُونَۚ فَقَدْ جَٓاؤُ۫ ظُلْمًا وَزُورًاۚ
Ve kâlellezîne keferû in hâzâ illâ ifkunifterâhu ve eânehu aleyhi kavmun âharûn, fe kad câû zulmen ve zûrâ.
İnkâr edenler, “Bu (Kur’an), onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar, bir zulüm ve bir yalan ortaya attılar.
وَقَالُٓوا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلٰى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا
Ve kâlû esâtîrul evvelînektetebehâ fe hiye tumlâ aleyhi bukreten ve asîlâ.
Ve dediler ki: “Bunlar, öncekilerin masallarıdır. Onları yazdırmış da, sabah akşam kendisine okunuyor.”
قُلْ اَنْزَلَهُ الَّذ۪ي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا
Kul enzelehullezî ya’lemus sırra fîs semâvâti vel ard, innehu kâne gafûran rahîmâ.
De ki: “Onu, göklerin ve yerin sırrını bilen (Allah) indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
وَقَالُوا مَالِ هٰذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْش۪ي فِي الْاَسْوَاقِۜ لَوْلَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذ۪يرًاۙ
Ve kâlû mâli hâzer resûli ye’kulut taâme ve yemşî fîl esvâk, levlâ unzile ileyhi melekun fe yekûne meahu nezîrâ.
Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi?”
اَوْ يُلْقٰٓى اِلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَأْكُلُ مِنْهَاۜ وَقَالَ الظَّالِمُونَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا
Ev yulkâ ileyhi kenzun ev tekûnu lehu cennetun ye’kulu minhâ, ve kâlez zâlimûne in tettebiûne illâ raculen meshûrâ.
“Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” O zalimler, (mü’minlere) “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.
اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ سَب۪يلًا
Unzur keyfe darabû lekel emsâle fe dallû fe lâ yestetîûne sebîlâ.
Bak, senin için nasıl misaller getirdiler de saptılar. Artık onlar bir yol bulamazlar.
تَبَارَكَ الَّذ۪ٓي اِنْ شَٓاءَ جَعَلَ لَكَ خَيْرًا مِنْ ذٰلِكَ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَيَجْعَلْ لَكَ قُصُورًا
Tebârakellezî in şâe ceale leke hayran min zâlike cennâtin tecrî min tahtihel enhâru ve yec’al leke kusûrâ.
Dilerse sana bundan daha hayırlısını, altından ırmaklar akan cennetleri verebilen ve sana saraylar kurabilen Allah’ın şanı ne yücedir!
بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ وَاَعْتَدْنَا لِمَنْ كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَع۪يرًا
Bel kezzebû bis sâati ve a’tednâ li men kezzebe bis sâati saîrâ.
Hayır, onlar kıyameti yalanladılar. Biz de kıyameti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırladık.
اِذَا رَاَتْهُمْ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَف۪يرًا
İzâ raethum min mekânin baîdin semiû lehâ tegayyuzan ve zefîrâ.
O (ateş) onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenişini ve uğultusunu işitirler.
وَاِذَٓا اُلْقُوا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُقَرَّن۪ينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُورًا
Ve izâ ulkû minhâ mekânen dayyikan mukarranîne deav hunâlike subûrâ.
Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin dar bir yerine atıldıkları zaman, orada ölümü çağırırlar.
لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَث۪يرًا
Lâ ted’ûl yevme subûran vâhıden ved’û subûran kesîrâ.
(Onlara) “Bugün bir tek ölümü çağırmayın, birçok ölümü çağırın” (denir).
قُلْ اَذٰلِكَ خَيْرٌ اَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ كَانَتْ لَهُمْ جَزَٓاءً وَمَص۪يرًا
Kul e zâlike hayrun em cennetul huldilletî vuidel muttakûn, kânet lehum cezâen ve masîrâ.
De ki: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahiplerine vaat edilen ebedilik cenneti mi? O, onlar için bir mükâfat ve bir varış yeridir.”
لَهُمْ ف۪يهَا مَا يَشَٓاؤُ۫نَ خَالِد۪ينَۜ كَانَ عَلٰى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْؤُ۫لًا
Lehum fîhâ mâ yeşâûne hâlidîn, kâne alâ rabbike va’den mes’ûlâ.
Orada ebedi kalmak üzere, diledikleri her şey onlarındır. Bu, Rabbinin üzerinde, istenen bir vaattir.
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَقُولُ ءَاَنْتُمْ اَضْلَلْتُمْ عِبَاد۪ي هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّب۪يلَ
Ve yevme yahşuruhum ve mâ ya’budûne min dûnillâhi fe yekûlu e entum adleltum ıbâdî hâulâi em hum dallûs sebîl.
O gün (Allah) onları ve Allah’tan başka taptıklarını bir araya toplar da, “Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?” der.
قَالُوا سُبْحَانَكَ مَا كَانَ يَنْبَغ۪ي لَنَٓا اَنْ نَتَّخِذَ مِنْ دُونِكَ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ وَلٰكِنْ مَتَّعْتَهُمْ وَاٰبَٓاءَهُمْ حَتّٰى نَسُوا الذِّكْرَۚ وَكَانُوا قَوْمًا بُورًا
Kâlû subhâneke mâ kâne yenbegî lenâ en nettehıze min dûnike min evliyâe ve lâkin metta’tehum ve âbâehum hattâ nesûz zikr, ve kânû kavmen bûrâ.
Derler ki: “Seni tenzih ederiz. Senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda Zikr’i (öğüdü) unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldular.”
فَقَدْ كَذَّبُوكُمْ بِمَا تَقُولُونَ فَمَا تَسْتَط۪يعُونَ صَرْفًا وَلَا نَصْرًاۚ وَمَنْ يَظْلِمْ مِنْكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَب۪يرًا
Fe kad kezzebûkum bimâ tekûlûne fe mâ testetîûne sarfen ve lâ nasrâ, ve men yazlim minkum nuzıkhu azâben kebîrâ.
“İşte (taptıklarınız), söyledikleriniz konusunda sizi yalanladılar. Artık ne (azabı) geri çevirebilirsiniz, ne de bir yardım bulabilirsiniz. İçinizden kim zulmederse, ona büyük bir azap tattırırız.”
وَمَٓا اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّٓا اِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْاَسْوَاقِۜ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةًۜ اَتَصْبِرُونَۚ وَكَانَ رَبُّكَ بَص۪يرًا
Ve mâ erselnâ kableke minel murselîne illâ innehum le ye’kulûnet taâme ve yemşûne fîl esvâk, ve cealnâ ba’dakum li ba’dın fitneh, e tasbirûn, ve kâne rabbuke basîrâ.
Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz yemek yerler ve çarşılarda dolaşırlardı. Biz, sizi birbiriniz için bir imtihan kıldık. Sabredecek misiniz? Rabbin, her şeyi hakkıyla görendir.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ نَرٰى رَبَّنَاۜ لَقَدِ اسْتَكْبَرُوا ف۪ٓي اَنْفُsِهِمْ وَعَتَوْ عُتُوًّا كَب۪يرًا
Ve kâlellezîne lâ yercûne likâenâ levlâ unzile aleynel melâiketu ev nerâ rabbenâ, lekad istekberû fî enfusihim ve atev utuvven kebîrâ.
Bize kavuşmayı ummayanlar, “Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.
يَوْمَ يَرَوْنَ الْمَلٰٓئِكَةَ لَا بُشْرٰى يَوْمَئِذٍ لِلْمُجْرِم۪ينَ وَيَقُولُونَ حِجْرًا مَحْجُورًا
Yevme yerevnel melâikete lâ buşrâ yevmeizin lil mucrimîne ve yekûlûne hicran mahcûrâ.
Melekleri görecekleri gün, o gün suçlular için hiçbir müjde yoktur. Ve (melekler) “Size (cennet) yasaklanmıştır, yasak!” derler.
وَقَدِمْنَٓا اِلٰى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَٓاءً مَنْثُورًا
Ve kadimnâ ilâ mâ amilû min amelin fe cealnâhu hebâen mensûrâ.
Onların yaptıkları her bir amelin önüne geçer, onu dağılmış toz zerreleri haline getiririz.
اَصْحَابُ الْجَنَّةِ يَوْمَئِذٍ خَيْرٌ مُسْتَقَرًّا وَاَحْسَنُ مَق۪يلًا
Ashâbul cenneti yevmeizin hayrun mustekarran ve ahsenu makîlâ.
O gün cennetliklerin kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer daha güzeldir.
وَيَوْمَ تَشَقَّقُ السَّمَٓاءُ بِالْغَمَامِ وَنُزِّلَ الْمَلٰٓئِكَةُ تَنْز۪يلًا
Ve yevme teşakkakus semâu bil gamâmi ve nuzzilel melâiketu tenzîlâ.
O gün gökyüzü, bulutlarla yarılır ve melekler bölük bölük indirilir.
اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍۨ الْحَقُّ لِلرَّحْمٰنِۜ وَكَانَ يَوْمًا عَلَى الْكَافِر۪ينَ عَس۪يرًا
El mulku yevmeizinil hakku lir rahmân, ve kâne yevmen alel kâfirîne asîrâ.
O gün, gerçek mülk Rahmân’ındır. Ve o gün, kâfirler için çok zor bir gündür.
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَب۪يلًا
Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ.
O gün zalim, ellerini ısırarak, “Keşke Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım!” der.
يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ اَتَّخِذْ فُلَانًا خَل۪يلًا
Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ.
“Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim.”
لَقَدْ اَضَلَّن۪ي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ اِذْ جَٓاءَن۪يۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُولًا
Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ.
“Andolsun, bana Zikir (Kur’an) geldikten sonra, beni ondan o saptırdı.” Şeytan, insanı (darda iken) yapayalnız bırakır.
وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ اِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هٰذَا الْقُرْاٰنَ مَهْجُورًا
Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kur’âne mehcûrâ.
Peygamber der ki: “Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey saydı.”
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا مِنَ الْمُجْرِم۪ينَۜ وَكَفٰى بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَص۪يرًا
Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven minel mucrimîn, ve kefâ bi rabbike hâdiyen ve nasîrâ.
İşte böyle, biz her peygambere suçlulardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ جُمْلَةً وَاحِدَةًۚ كَذٰلِكَ لِنُثَبِّتَ بِه۪ فُؤٰادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْت۪يلًا
Ve kâlellezîne keferû levlâ nuzzile aleyhil kur’ânu cumleten vâhıdeh, kezâlike li nusebbite bihî fuâdeke ve rettelnâhu tertîlâ.
İnkâr edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilmeli değil miydi?” dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane okuduk.
وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ اِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَاَحْسَنَ تَفْس۪يرًا
Ve lâ ye’tûneke bi meselin illâ ci’nâke bil hakkı ve ahsene tefsîrâ.
Onlar sana bir misal getirmeye dursunlar, biz sana mutlaka gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz.
اَلَّذ۪ينَ يُحْشَرُونَ عَلٰى وُجُوهِهِمْ اِلٰى جَهَنَّمَ اُو۬لٰٓئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَاَضَلُّ سَب۪يلًا
Ellezîne yuhşerûne alâ vucûhihim ilâ cehenneme ulâike şerrun mekânen ve edallu sebîlâ.
Yüzüstü cehenneme sürülüp toplanacak olanlar, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَا مَعَهُٓ اَخَاهُ هٰرُونَ وَز۪يرًاۚ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe ve cealnâ meahû ehâhu hârûne vezîrâ.
Andolsun, biz Mûsâ’ya kitabı verdik ve kardeşi Harun’u da ona yardımcı kıldık.
فَقُلْنَا اذْهَبَٓا اِلَى الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ فَدَمَّرْنَاهُمْ تَدْم۪يرًا
Fe kulnâzhebâ ilel kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ, fe demmernâhum tedmîrâ.
“Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin” dedik. Sonunda onları yerle bir ettik.
وَقَوْمَ نُوحٍ لَمَّا كَذَّبُوا الرُّسُلَ اَغْرَقْنَاهُمْ وَجَعَلْنَاهُمْ لِلنَّاسِ اٰيَةًۜ وَاَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ عَذَابًا اَل۪يمًا
Ve kavme nûhın lemmâ kezzebûr rusule agraknâhum ve cealnâhum lin nâsi âyeh, ve a’tednâ liz zâlimîne azâben elîmâ.
Nûh kavmini de, peygamberleri yalanladıkları zaman suda boğduk ve onları insanlar için bir ibret kıldık. Zalimler için elem dolu bir azap hazırladık.
وَعَادًا وَثَمُودَا۬ وَاَصْحَابَ الرَّسِّ وَقُرُونًا بَيْنَ ذٰلِكَ كَث۪يرًا
Ve âden ve semûde ve ashâber ressi ve kurûnen beyne zâlike kesîrâ.
Âd’ı, Semud’u, Ashâb-ı Ress’i ve bunların arasında birçok nesli de (helak ettik).
وَكُلًّا ضَرَبْنَا لَهُ الْاَمْثَالَۘ وَكُلًّا تَبَّרْنَا تَتْب۪يرًا
Ve kullen darabnâ lehul emsâl, ve kullen tebbernâ tetbîrâ.
Her birine misaller verdik ve her birini kırıp geçirdik.
وَلَقَدْ اَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّت۪ٓي اُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِۜ اَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَاۚ بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُورًا
Ve lekad etev alel karyetilletî umtırat mataras sev’, e fe lem yekûnû yerevnehâ, bel kânû lâ yercûne nuşûrâ.
Andolsun, onlar (Mekkeliler), üzerine felaket yağmuru yağdırılan o memlekete uğramışlardı. Onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilişi ummuyorlardı.
وَاِذَا رَاَوْكَ اِنْ يَتَّخِذُونَكَ اِلَّا هُزُوًاۜ اَهٰذَا الَّذ۪ي بَعَثَ اللّٰهُ رَسُولًا
Ve izâ raevke in yettehızûneke illâ huzuvâ, e hâzellezî beasallâhu resûlâ.
Seni gördükleri zaman, “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mu?” diye alay etmekten başka bir şey yapmazlar.
اِنْ كَادَ لَيُضِلُّنَا عَنْ اٰلِهَتِنَا لَوْلَٓا اَنْ صَبَرْنَا عَلَيْهَاۜ وَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ح۪ينَ يَرَوْنَ الْعَذَابَ مَنْ اَضَلُّ سَب۪يلًا
İn kâde le yudıllunâ an âlihetinâ levlâ en sabernâ aleyhâ, ve sevfe ya’lemûne hîne yerevnel azâbe men edallu sebîlâ.
“Eğer onlara (bağlılıkta) direnmeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı.” Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun daha sapık olduğunu bileceklerdir.
اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَك۪يلًاۙ
E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh, e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ.
Hevâ ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen mi ona vekil olacaksın?
اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْעَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪ילًا
Em tahsebu enne ekserehum yesmeûne ev ya’kılûn, in hum illâ kel en’âmi bel hum edallu sebîlâ.
Yoksa sen, onların çoğunun işittiğini veya aklettiğini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Hatta yolca daha da sapıktırlar.
اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّ وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِنًاۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلًاۙ
E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zıll, ve lev şâe le cealehu sâkinâ, summe cealneş şemse aleyhi delîlâ.
Görmedin mi, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı? Dileseydi, onu hareketsiz kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil kıldık.
ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضًا يَس۪ירًا
Summe kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ.
Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik.
وَهُوَ الَّذ۪י جَعَلَ לَكُمُ الَّيْلَ לִבَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُשُורًا
Ve huvellezî ceale lekumul leyle libâsen ven nevme subâten ve cealen nehâre nuşûrâ.
O, geceyi sizin için bir örtü, uykuyu bir dinlenme kılan, gündüzü de (rızık için) yayılma zamanı kılandır.
وَهُوَ الَّذ۪י اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُשְׁרًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ وَاَنْזَلْنَا مِنَ السَّמَٓاءِ مَٓاءً طَهُورًاۙ
Ve huvellezî erseler riyâha buşran beyne yedey rahmetih, ve enzelnâ mines semâi mâen tahûrâ.
Rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen O’dur. Biz gökten tertemiz bir su indirdik.
לِنُحْיِيَ بِه۪ بَلْدَةً מَيْتًا وَנُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَٓا اَنْעَامًا وَاَنَاسِيَّ כּَث۪ירًا
Li nuhyiye bihî beldeten meyten ve nuskıyehu mimmâ halaknâ en’âmen ve enâsiyye kesîrâ.
Onunla ölü bir beldeyi diriltelim, yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım diye.
وَلَقَدْ صَرَّפْنَاهُ بَيْنَهُمْ לِيَذَّכּَّרُوا فَاَبٰٓى اَכْثَرُ النَّاسِ اِلَّا כּُفُורًا
Ve lekad sarrafnâhu beynehum li yezzekkerû fe ebâ ekserun nâsi illâ kufûrâ.
Andolsun, biz onu (yağmuru), öğüt alsınlar diye aralarında evirip çevirdik. Fakat insanların çoğu nankörlükten başka bir şeyde diretmediler.
وَلَوْ شِئْنَا לَبَعَثْنَا ف۪ي כּُلِّ קَرْيَةٍ נَذ۪ירًا
Ve lev şi’nâ le beasnâ fî kulli karyetin nezîrâ.
Dileseydik, her şehre bir uyarıcı gönderirdik.
فَلَا تُطِעِ الْכָּפِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَادًا כּَب۪ירًا
Fe lâ tutııl kâfirîne ve câhidhum bihî cihâden kebîrâ.
O halde kâfirlere itaat etme ve onlara karşı bununla (Kur’an ile) büyük bir cihad et.
وَهُوَ الَّذ۪י מَرَجَ الْבَحْرَيْنِ هٰذَا עَذْبٌ فُرَاتٌ وَהٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ وَجَعَلَ בَيْنَهُمَا بَرْزَخًا وَחِجْرًا מَحْجُورًا
Ve huvellezî meracel bahreyni hâzâ azbun furâtun ve hâzâ milhun ucâc, ve ceale beynehumâ berzehan ve hicran mahcûrâ.
Biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acı olan iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur.
وَهُوَ الَّذ۪י خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَשَرًا فَجَعَلَهُ נَسَبًا وَصِهْرًاۜ وَכָּןَ رَبُّكَ قَد۪ירًا
Ve huvellezî halaka minel mâi beşeren fe cealehu neseben ve sıhrâ, ve kâne rabbuke kadîrâ.
Sudan bir insan yaratan, sonra onu soy ve evlilik bağıyla birbirine bağlayan O’dur. Rabbin, her şeye kadirdir.
وَيَعْبُدُونَ مِنْ דُونِ اللّٰهِ مَا לَا יَنْפَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْۜ وَכָּןَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪ירًا
Ve ya’budûne min dûnillâhi mâ lâ yenfeuhum ve lâ yadurruhum, ve kânel kâfiru alâ rabbihî zahîrâ.
Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine ne fayda ne de zarar veren şeylere taparlar. Kâfir, Rabbine karşı (şeytana) yardımcıdır.
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُבַשׁِّרًا وَנَذ۪ירًا
Ve mâ erselnâke illâ mubeşşiran ve nezîrâ.
Biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ שَٓاءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪ילًا
Kul mâ es’elukum aleyhi min ecrin illâ men şâe en yettehıze ilâ rabbihî sebîlâ.
De ki: “Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine bir yol tutmak isteyen kimse (bunu yapsın).”
وَتَوَכּَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذ۪י لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِه۪ۜ وَכּَفٰى بِه۪ بِذُنُوبِ עִבَادِه۪ خَب۪ירًا
Ve tevekkel alel hayyillezî lâ yemûtu ve sebbih bi hamdih, ve kefâ bihî bi zunûbi ıbâdihî habîrâ.
Asla ölmeyen ve daima diri olan Allah’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter.
اَلَّذ۪י خَلَقَ السَّמٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَמَا בَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَוٰى عَلَى الْعَرْشِۚۛ اَلرَّחْمٰنُ فَسْـَٔلْ بِه۪ خَب۪ירًا
Ellezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arş, er rahmânu fes’el bihî habîrâ.
O ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı, sonra Arş’a istivâ etti. O, Rahmân’dır. Bunu, (her şeyden) haberdar olana sor.
وَاِذَا ק۪يلَ لَهُمُ اسْجُدُوا לِلرَّחْمٰنِ קَالُوا وَמَا الرَّحْمٰنُ اَنَسْجُدُ לِمَا תَأْمُرُنَا وَזَادَهُمْ נُفُورًا
Ve izâ kîle lehumuscudû lir rahmâni kâlû ve mer rahmânu e nescudu li mâ te’murunâ ve zâdehum nufûrâ.
Onlara “Rahmân’a secde edin” denildiği zaman, “Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz?” derler ve bu onların nefretini artırır.
تَبَارَكَ الَّذ۪י جَعَلَ فِي السَّמَٓاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ ف۪يهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُנ۪ירًا
Tebârakellezî ceale fîs semâi burûcen ve ceale fîhâ sirâcen ve kameran munîrâ.
Gökyüzünde burçlar yaratan, orada bir lamba (güneş) ve aydınlatan bir ay var eden Allah’ın şanı ne yücedir!
وَهُوَ الَّذ۪י جَعَلَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ خِلْفَةً לِمَنْ اَرَادَ اَنْ يَذَّכּَّרَ اَوْ اَرَادَ שׁُכُורًا
Ve huvellezî cealel leyle ven nehâre hilfeten li men erâde en yezzekkere ev erâde şukûrâ.
Öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْשُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ קَالُوا سَلَامًا
Ve ıbâdur rahmânillezîne yemşûne alel ardı hevnen ve izâ hâtabehumul câhilûne kâlû selâmâ.
Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyenlerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “Selam!” derler.
وَالَّذ۪ينَ يَب۪יתُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّדًا وَقِيَامًا
Vellezîne yebîtûne li rabbihim succeden ve kıyâmâ.
Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyamda durarak gecelerler.
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّנَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا כָּןَ غَرَامًا
Vellezîne yekûlûne rabbesrif annâ azâbe cehennem, inne azâbehâ kâne garâmâ.
Onlar, “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Şüphesiz onun azabı, devamlı bir helaktir” derler.
اِنَّهَا سَٓاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُקَامًا
İnnehâ sâet mustekarran ve mukâmâ.
“Gerçekten o, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir.”
وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْפَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَכָּןَ بَيْنَ ذٰلِكَ קَوَامًا
Vellezîne izâ enfekû lem yusrifû ve lem yakturû ve kâne beyne zâlike kavâmâ.
Onlar, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّפْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَזْنُونَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَامًا
Vellezîne lâ yed’ûne meallâhi ilâhen âhara ve lâ yaktulûnen nefselletî harramallâhu illâ bil hakkı ve lâ yeznûn, ve men yef’al zâlike yelka esâmâ.
Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, günahının cezasını bulur.
يُضَاعَفْ لَهُ الْעَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰמَةِ وَיَخْلُדْ ف۪يه۪ مُهَانًا
Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ.
Kıyamet gününde onun azabı kat kat artırılır ve orada alçaltılmış olarak ebedi kalır.
اِلَّا مَنْ תَابَ وَاٰמَنَ وَעَمِلَ עَمَلًا صَالِحًا פَاُو۬לٰٓئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ חَسَنَاتٍۜ وَכָּןَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪ימًا
İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât, ve kânallâhu gafûran rahîmâ.
Ancak tövbe edip, iman eden ve sâlih bir amel işleyenler başka. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
وَمَنْ תَابَ وَעَمِلَ صَالِحًا פَاِنَّهُ يَتُובُ اِلَى اللّٰهِ מَتَابًا
Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilallâhi metâbâ.
Kim tövbe eder ve sâlih bir amel işlerse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَشْهَدُونَ הזُّורَۙ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْוِ مَرُّوا כּِرَامًا
Vellezîne lâ yeşhedûnez zûre ve izâ merrû bil lagvi merrû kirâmâ.
Onlar, yalan yere şahitlik etmezler. Boş ve anlamsız şeylerle karşılaştıkları zaman, vakarla (oradan) geçip giderler.
وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُכِّרُوا بِاٰיָתِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَעُمْיَانًا
Vellezîne izâ zukkirû bi âyâti rabbihim lem yahirrû aleyhâ summen ve umyânâ.
Onlar, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّנَا هَبْ לَنَا مِنْ اَזْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا לِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا
Vellezîne yekûlûne rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zurriyyâtinâ kurrete a’yunin vec’alnâ lil muttakîne imâmâ.
Onlar, “Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi takva sahiplerine önder eyle” diyenlerdir.
اُو۬לٰٓئِكَ يُجْזَوْنَ الْغُرْפَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ ف۪يهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًا
Ulâike yuczevnel gurfete bimâ saberû ve yulekkavne fîhâ tehiyyeten ve selâmâ.
İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin) en yüksek makamıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik ve selamla karşılanacaklardır.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَמُקَامًا
Hâlidîne fîhâ, hasunet mustekarran ve mukâmâ.
Orada ebedi kalacaklardır. Ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir konaklama yeridir!
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْۚ فَقَدْ כּَذَّבْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِזَامًا
Kul mâ ya’beu bikum rabbî levlâ duâukum, fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ.
De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? Andolsun, siz yalanladınız. Bu yüzden (azap) yakanızı bırakmayacaktır.”