Neml Suresi (1. Bölüm) – Tasavvuf Yolu

Neml Suresi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

1

طٰسٓ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ وَكِتَابٍ مُب۪ينٍۙ

Tâ Sîn, tilke âyâtul kur’âni ve kitâbin mubîn.

Tâ, Sîn. Bunlar, Kur’an’ın ve apaçık bir kitabın âyetleridir.

2

هُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ

Huden ve buşrâ lil mu’minîn.

Mü’minler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir.

3

اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Ellezîne yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve hum bil âhireti hum yûkınûn.

Onlar, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar ahirete de kesin olarak inanırlar.

4

اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ اَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَۜ

İnnellezîne lâ yu’minûne bil âhireti zeyyennâ lehum a’mâlehum fe hum ya’mehûn.

Ahirete inanmayanlara gelince, biz onlara amellerini süslü gösterdik de, o yüzden bocalayıp dururlar.

5

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَهُمْ سُٓوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ

Ulâikellezîne lehum sûul azâbi ve hum fîl âhireti humul ahserûn.

İşte onlar, azabın en kötüsü kendileri için olanlardır. Onlar ahirette de en çok hüsrana uğrayanlardır.

6

وَاِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْاٰنَ مِنْ لَدُنْ حَك۪يمٍ عَل۪يمٍ

Ve inneke le tulakkal kur’âne min ledun hakîmin alîm.

Şüphesiz bu Kur’an, sana hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen (Allah) tarafından verilmektedir.

7

اِذْ قَالَ مُوسٰى لِاَهْلِه۪ٓ اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًاۜ سَاٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ اٰت۪يكُمْ بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ

İz kâle mûsâ li ehlihî innî ânestu nârâ, se âtîkum minhâ bi haberin ev âtîkum bi şihâbin kabesin leallekum testalûn.

Hani Mûsâ ailesine, “Ben bir ateş gördüm. Size oradan bir haber getireceğim, yahut ısınmanız için ateşten bir kor getireceğim” demişti.

8

فَلَمَّا جَٓاءَهَا نُودِيَ اَنْ بُورِكَ مَنْ فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَا وَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Fe lemmâ câehâ nûdiye en bûrike men fîn nâri ve men havlehâ ve subhânallâhi rabbil âlemîn.

Oraya vardığında, kendisine şöyle seslenildi: “Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, her türlü eksiklikten uzaktır.”

9

يَا مُوسٰٓى اِنَّهُٓ اَنَا۬ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۙ

Yâ mûsâ innehu enallâhul azîzul hakîm.

“Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ım.”

10

وَاَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰى لَا تَخَفْ اِنّ۪ي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَۙ

Ve elkı asâk, fe lemmâ raâhâ tehtezzu ke ennehâ cânnun vellâ mudbiran ve lem yuakkib, yâ mûsâ lâ tehaf, innî lâ yehâfu ledeyyel murselûn.

“Asânı at!” Onu bir yılan gibi hızla hareket eder görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. “Ey Mûsâ! Korkma. Benim katımda peygamberler korkmaz.”

11

اِلَّا مَنْ ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُٓوءٍ فَاِنّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ

İllâ men zaleme summe beddele husnen ba’de sûin fe innî gafûrun rahîm.

“Ancak kim zulmeder de, sonra kötülüğün yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben çok bağışlayıcıyım, çok merhamet ediciyim.”

12

وَاَدْخِلْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍۘ ف۪ي تِسْعِ اٰيَاتٍ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ

Ve edhil yedeke fî ceybike tahruc beydâe min gayri sû’, fî tis’ı âyâtin ilâ fir’avne ve kavmih, innehum kânû kavmen fâsikîn.

“Elini koynuna sok, bir hastalık olmadan bembeyaz çıksın. Bunlar, Firavun’a ve kavmine gösterilecek dokuz mucizeden biridir. Şüphesiz onlar, yoldan çıkmış bir toplumdur.”

13

فَلَمَّا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

Fe lemmâ câethum âyâtunâ mubsireten kâlû hâzâ sihrun mubîn.

Mucizelerimiz onlara apaçık bir şekilde gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.

14

وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَٓا اَنْفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّاۜ فَانْظُرْ كَيْfَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ

Ve cehadû bihâ vesteykanethâ enfusuhum zulmen ve uluvvâ, fanzur keyfe kâne âkıbetul mufsidîn.

Vicdanları onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirle onları inkâr ettiler. Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu!

15

وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ عِلْمًاۚ وَقَالَا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي فَضَّلَنَا عَلٰى كَث۪يرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِن۪ينَ

Ve lekad âteynâ dâvûde ve suleymâne ilmâ, ve kâlel hamdu lillâhillezî faddalenâ alâ kesîrin min ıbâdihil mu’minîn.

Andolsun, biz Dâvûd’a ve Süleyman’a bir ilim verdik. Onlar, “Bizi, mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun” dediler.

16

وَوَرِثَ سُلَيْمٰنُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ

Ve verise suleymânu dâvûde ve kâle yâ eyyuhen nâsu ullimnâ mentıkat tayri ve ûtînâ min kulli şey’, inne hâzâ le huvel fadlul mubîn.

Süleyman, Dâvûd’a mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (biraz) verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur.”

17

وَحُشِرَ لِسُلَيْمٰنَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ

Ve huşire li suleymâne cunûduhu minel cinni vel insi vet tayri fe hum yûzeûn.

Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları Süleyman’ın emrinde toplandı. Onlar (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.

18

حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

Hattâ izâ etev alâ vâdin nemli kâlet nemletun yâ eyyuhen nemludhulû mesâkinekum, lâ yahtımennekum suleymânu ve cunûduhu ve hum lâ yeş’urûn.

Nihayet Karınca vadisine geldiklerinde, bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları, farkında olmadan sizi ezmesinler” dedi.

19

فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَدْخِلْن۪ي بِرَحْمَتِكَ ف۪ي عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ

Fe tebesseme dâhıken min kavlihâ ve kâle rabbi evzı’nî en eşkure ni’metekelletî en’amte aleyye ve alâ vâlideyye ve en a’mele sâlihan terdâhu ve edhılnî bi rahmetike fî ıbâdikes sâlihîn.

Onun bu sözünden dolayı tebessüm ederek güldü ve dedi ki: “Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın sâlih ameller işlememi bana ilham et. Beni rahmetinle sâlih kullarının arasına kat.”

20

وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَٓا اَرَى الْهُدْهُدَ اَمْ كَانَ مِنَ الْغَٓائِب۪ينَ

Ve tefakkadet tayra fe kâle mâ liye lâ eral hudhud, em kâne minel gâibîn.

Kuşları gözden geçirdi ve “Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” dedi.

21

لَاُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَد۪يدًا اَوْ لَاَاذْبَحَنَّهُٓ اَوْ لَيَأْتِيَنّ۪ي بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍ

Le uazzibennehu azâben şedîden ev le ezbahanehu ev le ye’tiyennî bi sultânin mubîn.

“Ona mutlaka şiddetli bir azap edeceğim veya onu boğazlayacağım. Yahut bana apaçık bir delil getirecektir.”

22

فَمَكَثَ غَيْرَ بَع۪يدٍ فَقَالَ اَحَطْتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَاٍ بِنَبَاٍ يَق۪ينٍ

Fe mekese gayra baîdin fe kâle ehattu bimâ lem tuhıt bihî ve ci’tuke min sebein bi nebein yakîn.

Çok geçmeden (Hüdhüd) geldi ve dedi ki: “Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe’den kesin bir haber getirdim.”

23

اِنّ۪ي وَجَدْتُ امْرَاَةً تَمْلِكُهُمْ وَاُو۫تِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظ۪يمٌ

İnnî vecedtumraeten temlikuhum ve ûtiyet min kulli şey’in ve lehâ arşun azîm.

“Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Ona her şeyden verilmiş ve onun büyük bir tahtı var.”

24

وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَۙ

Vecedtuhâ ve kavmehâ yescudûne liş şemsi min dûnillâhi ve zeyyene lehumuş şeytânu a’mâlehum fe saddehum anis sebîli fe hum lâ yehtedûn.

“Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp güneşe secde ederken buldum. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve onları yoldan saptırmış. Bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.”

25

اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْfُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ

Ellâ yescudû lillâhillezî yuhricul hab’e fîs semâvâti vel ardı ve ya’lemu mâ tuhfûne ve mâ tu’linûn.

“Göklerde ve yerde gizli olanı ortaya çıkaran, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilen Allah’a secde etmesinler diye (şeytan onları saptırmış).”

26

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

Allâhu lâ ilâhe illâ huve rabbul arşil azîm.

“Allah, O’ndan başka ilah yoktur. O, büyük Arş’ın Rabbidir.”

27

قَالَ سَنَنْظُرُ اَصَدَقْتَ اَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ

Kâle se nenzuru e sadakte em kunte minel kâzibîn.

(Süleyman) dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.”

28

اِذْهَبْ بِكِتَاب۪ي هٰذَا فَاَلْقِهْ اِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانْظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ

İzheb bi kitâbî hâzâ fe elkıh ileyhim summe tevelle anhum fanzur mâzâ yerciûn.

“Şu mektubumu götür, onlara at. Sonra onlardan biraz çekil de bak, ne cevap verecekler.”

29

قَالَتْ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اِنّ۪ٓي اُلْقِيَ اِلَيَّ كِتَابٌ كَر۪يمٌ

Kâlet yâ eyyuhel meleu innî ulkıye ileyye kitâbun kerîm.

(Melike) dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.”

30

اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ

İnnehu min suleymâne ve innehu bismillâhir rahmânir rahîm.

“O, Süleyman’dandır ve o, ‘Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla’ (başlamaktadır).”

31

اَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ

Ellâ ta’lû aleyye ve’tûnî muslimîn.

“Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim olarak gelin.”

32

قَالَتْ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَفْتُون۪ي ف۪ٓي اَمْر۪يۚ مَا كُنْتُ قَاطِعَةً اَمْرًا حَتّٰى تَشْهَدُونِ

Kâlet yâ eyyuhel meleu eftûnî fî emrî, mâ kuntu kâtıaten emran hattâ teşhedûn.

Dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir verin. Siz yanımda olmadıkça, ben hiçbir işe kesin karar vermem.”

33

قَالُوا نَحْنُ اُو۬لُوا قُوَّةٍ وَاُو۬لُوا بَأْسٍ شَد۪يدٍۘ وَالْاَمْرُ اِلَيْكِ فَانْظُر۪ي مَاذَا تَأْمُر۪ينَ

Kâlû nahnu ulû kuvvetin ve ulû be’sin şedîdin vel emru ileyki fanzurî mâzâ te’murîn.

Dediler ki: “Biz güçlüyüz ve çetin savaşçılarız. Emir senindir. Ne emredeceğini düşün.”

34

قَالَتْ اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُٓوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَٓا اَذِلَّةًۚ وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ

Kâlet innel mulûke izâ dehalû karyeten efsedûhâ ve cealû eızzete ehlihâ ezilleh, ve kezâlike yef’alûn.

Dedi ki: “Krallar bir memlekete girdikleri zaman, orayı perişan ederler ve halkının şereflilerini aşağılarlar. İşte onlar böyle yaparlar.”

35

وَاِنّ۪ي مُرْسِلَةٌ اِلَيْهِمْ بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ

Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn.

“Ben onlara bir hediye göndereceğim ve bakacağım, elçiler ne ile dönecekler.”

36

فَلَمَّا جَٓاءَ سُلَيْمٰنَ قَالَ اَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍۙ فَمَٓا اٰتٰينِ اللّٰهُ خَيْرٌ مِمَّٓا اٰتٰيكُمْۚ بَلْ اَنْتُمْ بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ

Fe lemmâ câe suleymâne kâle e tumiddûneni bi mâl, fe mâ âtâniyallâhu hayrun mimmâ âtâkum, bel entum bi hediyyetikum tefrahûn.

(Elçi) Süleyman’a gelince, “Siz bana malla mı yardım ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır, siz hediyenizle seviniyorsunuz” dedi.

37

اِرْجِعْ اِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَا قِبَلَ لَهُمْ بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ مِنْهَٓا اَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ

İrci’ ileyhim fe le ne’tiyennehum bi cunûdin lâ kıbele lehum bihâ ve le nuhricennehum minhâ ezilleten ve hum sâgirûn.

“Onlara geri dön. Andolsun, biz onlara, karşı koyamayacakları ordularla geliriz ve onları oradan, aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.”

38

قَالَ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَيُّكُمْ يَأْت۪ين۪ي بِعَرْشِهَا قَبْلَ اَنْ يَأْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ

Kâle yâ eyyuhel meleu eyyukum ye’tînî bi arşihâ kable en ye’tûnî muslimîn.

Dedi ki: “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olarak gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirebilir?”

39

قَالَ عِفْر۪يتٌ مِنَ الْجِنِّ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَۚ وَاِنّ۪ي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ اَم۪ينٌ

Kâle ıfrîtun minel cinni ene âtîke bihî kable en tekûme min makâmik, ve innî aleyhi le kaviyyun emîn.

Cinlerden bir ifrit, “Sen yerinden kalkmadan önce, ben onu sana getiririm. Ben bu işe gerçekten güçlü ve güvenilir biriyim” dedi.

40

قَالَ الَّذ۪ي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَۜ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي۠ لِيَبْلُوَن۪ٓي ءَاَشْكُرُ اَمْ اَكْفُرُۜ وَمَنْ شَكَرَ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّ۪ي غَنِيٌّ كَر۪يمٌ

Kâlellezî indehu ilmun minel kitâbi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfuk, fe lemmâ raâhu mustekırran indehu kâle hâzâ min fadlı rabbî, li yebluvenî e eşkuru em ekfur, ve men şekere fe innemâ yeşkuru li nefsih, ve men kefere fe inne rabbî ganiyyun kerîm.

Kitaptan ilmi olan kimse ise, “Ben onu sana, gözünü açıp kapamadan önce getiririm” dedi. (Süleyman) onu yanında yerleşmiş görünce, “Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek için Rabbimin bir lütfudur. Kim şükrederse, ancak kendi yararına şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz Rabbim zengindir, çok cömerttir” dedi.

41

قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ اَتَهْتَد۪ٓي اَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذ۪ينَ لَا يَهْتَدُونَ

Kâle nekkirû lehâ arşehâ nenzur e tehtedî em tekûnu minellezîne lâ yehtedûn.

Dedi ki: “Onun tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlardan mı olacak?”

42

فَلَمَّا جَٓاءَتْ ق۪يلَ اَهٰكَذَا عَرْشُكِۜ قَالَتْ كَاَنَّهُ هُوَۚ وَاُو۫ت۪ينَا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِم۪ينَ

Fe lemmâ câet kîle e hâkezâ arşuk, kâlet keennehu hû, ve ûtînel ilme min kablihâ ve kunnâ muslimîn.

Melike gelince, “Senin tahtın böyle miydi?” denildi. O da, “Sanki o” dedi. “Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz Müslümanlar idik.”

43

وَصَدَّهَا مَا كَانَتْ تَعْبُدُ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ اِنَّهَا كَانَتْ مِنْ قَوْمٍ كَافِر۪ينَ

Ve saddehâ mâ kânet ta’budu min dûnillâh, innehâ kânet min kavmin kâfirîn.

Allah’tan başka taptığı şeyler onu (Allah’a inanmaktan) alıkoymuştu. Çünkü o, kâfir bir kavimdendi.

44

ق۪يلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَۚ فَلَمَّا رَاَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَنْ سَاقَيْهَاۜ قَالَ اِنَّهُ صَرْحٌ مُمَرَّدٌ مِنْ قَوَار۪يرَۜ قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي وَاَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمٰنَ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Kîle lehadhulis sarh, fe lemmâ raethu hasibethu lucceten ve keşefet an sâkayhâ, kâle innehu sarhun mumerradun min kavârîr, kâlet rabbi innî zalemtu nefsî ve eslemtu mea suleymâne lillâhi rabbil âlemîn.

Ona “Köşke gir” denildi. Onu görünce, derin bir su sandı ve paçalarını sıvadı. (Süleyman) “Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir” dedi. (Melike) “Rabbim! Ben kendime zulmetmişim. Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi.

45

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ فَاِذَا هُمْ فَر۪يقَانِ يَخْتَصِمُونَ

Ve lekad erselnâ ilâ semûde ehâhum sâlihan eni’budûllâhe fe izâ hum ferîkâni yahtesımûn.

Andolsun, biz Semud kavmine, “Allah’a kulluk edin” diye kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Bir de baktık ki onlar, birbiriyle çekişen iki grup oluvermişler.

46

قَالَ يَا قَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِۚ لَوْلَا تَسْتَغْfِرُونَ اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Kâle yâ kavmi lime testa’cilûne bis seyyieti kablel haseneh, levlâ testagfirûnallâhe leallekum turhamûn.

Dedi ki: “Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülüğün çabuk gelmesini istiyorsunuz? Merhamet edilmeniz için, Allah’tan bağışlanma dileseniz olmaz mı?”

Neml Suresi (Ayet 47-93) – Tasavvuf Yolu

47

قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَنْ مَعَكَۜ قَالَ طَٓائِرُكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ

Kâlût tayyernâ bike ve bi men meak, kâle tâirukum indallâhi bel entum kavmun tuftenûn.

Dediler ki: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık.” (Sâlih) dedi ki: “Uğursuzluğunuz (başınıza gelecekler) Allah katındadır. Hayır, siz imtihan edilen bir toplumsunuz.”

48

وَكَانَ فِي الْمَد۪ينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ

Ve kâne fîl medîneti tis’atu rahtın yufsidûne fîl ardı ve lâ yuslihûn.

Şehirde dokuz kişilik bir çete vardı ki, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve ıslah etmiyorlardı.

49

قَالُوا تَقَاسَمُوا بِاللّٰهِ لَنُبَيِّتَنَّهُ وَاَهْلَهُ ثُمَّ لَنَقُولَنَّ لِوَلِيِّه۪ مَا شَهِدْنَا مَهْلِكَ اَهْلِه۪ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ

Kâlû tekâsemû billâhi le nubeyyitennehu ve ehlehu summe le nekûlenne li veliyyihî mâ şehidnâ mehlike ehlihî ve innâ le sâdikûn.

Allah’a yemin ederek birbirlerine şöyle dediler: “Ona ve ailesine bir gece baskını yapalım, sonra da velisine, ‘Biz onun ailesinin helak edilişine şahit olmadık ve biz kesinlikle doğru söylüyoruz’ diyelim.”

50

وَمَكَرُوا مَكْرًا وَمَكَرْنَا مَكْرًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

Ve mekerû mekran ve mekarnâ mekran ve hum lâ yeş’urûn.

Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar farkında olmadan bir tuzak kurduk.

51

فَانْظُرْ كَيْfَ اَجْمَع۪ينَ

Fanzur keyfe kâne âkıbetu mekrihim, ennâ demmernâhum ve kavmehum ecmaîn.

Bak, tuzaklarının sonu nasıl oldu! Biz onları ve kavimlerini toptan helak ettik.

52

فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُواۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Fe tilke buyûtuhum hâviyeten bimâ zalemû, inne fî zâlike le âyeten li kavmin ya’lemûn.

İşte zulümleri yüzünden bomboş kalmış evleri. Şüphesiz bunda, bilen bir toplum için bir ibret vardır.

53

وَاَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ

Ve enceynellezîne âmenû ve kânû yettekûn.

İman edip de sakınanları ise kurtardık.

54

وَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَاَنْتُمْ تُبْصِرُونَ

Ve lûtan iz kâle li kavmihî e te’tûnel fâhişete ve entum tubsırûn.

Lût’u da (gönderdik). Hani o kavmine, “Göz göre göre o hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?” demişti.

55

اَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ

E innekum le te’tûner ricâle şehveten min dûnin nisâ’, bel entum kavmun techelûn.

“Siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz cahillik eden bir toplumsunuz.”

56

فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُٓوا اٰلَ لُوطٍ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ

Fe mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en kâlû ahricû âle lûtın min karyetikum, innehum unâsun yetetahherûn.

Kavminin cevabı, “Lût’un ailesini şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar, (güya) temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demekten başka bir şey olmadı.

57

فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِر۪ينَ

Fe enceynâhu ve ehlehû illemraetehu kaddernâhâ minel gâbirîn.

Biz de onu ve ailesini kurtardık. Ancak karısı hariç; onun geride kalanlardan olmasını takdir ettik.

58

وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًاۚ فَسَٓاءَ مَطَرُ الْمُنْذَر۪ينَ

Ve emtarnâ aleyhim matarâ, fe sâe matarul munzerîn.

Üzerlerine bir (taş) yağmuru yağdırdık. Uyarılanların yağmuru ne kötüdür!

59

قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَسَلَامٌ عَلٰى عِبَادِهِ الَّذ۪ينَ اصْطَفٰىۜ آٰللّٰهُ خَيْرٌ اَمَّا يُشْرِكُونَ

Kulil hamdu lillâhi ve selâmun alâ ıbâdihillezînastafâ, âllâhu hayrun emmâ yuşrikûn.

De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur. Seçtiği kullarına da selam olsun. Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları şeyler mi?”

60

اَمَّنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَنْبَتْنَا بِه۪ حَدَٓائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍۚ مَا كَانَ لَكُمْ اَنْ تُنْبِتُوا شَجَرَهَاۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَ

Emmen halakas semâvâti vel arda ve enzele lekum mines semâi mââ, fe enbetnâ bihî hadâika zâte behceh, mâ kâne lekum en tunbitû şecerehâ, e ilâhun meallâh, bel hum kavmun ya’dilûn.

Yoksa gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indiren mi? Biz o suyla, sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz güzel görünümlü bahçeler bitirdik. Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Hayır, onlar haktan sapan bir topluluktur.

61

اَمَّنْ جَعَلَ الْاَرْضَ قَرَارًا وَجَعَلَ خِلَالَهَٓا اَنْهَارًا وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ وَجَعَلَ بَيْنَ الْبَحْرَيْنِ حَاجِزًاۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Emmen cealel arda karâran ve ceale hılâlehâ enhâran ve ceale lehâ ravâsiye ve ceale beynel bahreyni hâcizâ, e ilâhun meallâh, bel ekseruhum lâ ya’lemûn.

Yoksa yeryüzünü bir karar yeri kılan, aralarında ırmaklar yaratan, onun için sabit dağlar yerleştiren ve iki deniz arasına bir engel koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Hayır, onların çoğu bilmezler.

62

اَمَّنْ يُج۪يبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِfُ السُّٓوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَٓاءَ الْاَرْضِۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ قَل۪يلًا مَا تَذَكَّרُونَ

Emmen yucîbul mudtarra izâ deâhu ve yekşifus sûe ve yec’alukum hulefâel ard, e ilâhun meallâh, kalîlen mâ tezekkerûn.

Yoksa darda kalana dua ettiği zaman icabet eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz!

63

اَمَّنْ يَهْد۪يكُمْ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَنْ يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ تَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

Emmen yehdîkum fî zulumâtil berri vel bahri ve men yursilur riyâha buşran beyne yedey rahmetih, e ilâhun meallâh, teâlallâhu ammâ yuşrikûn.

Yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol gösteren, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir.

64

اَمَّنْ يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُע۪يدُهُ وَمَنْ يَرْזُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

Emmen yebdeul halka summe yuîduhu ve men yerzukukum mines semâi vel ard, e ilâhun meallâh, kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn.

Yoksa yaratmayı ilk başlatan, sonra onu tekrar eden ve size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, delilinizi getirin.”

65

قُلْ لَا يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّמٰوَاتِ وَالْاَرْضِ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُۜ وَמَا يَشْعُرُونَ اَيَّانَ يُبْعَثُونَ

Kul lâ ya’lemu men fîs semâvâti vel ardıl gaybe illallâh, ve mâ yeş’urûne eyyâne yub’asûn.

De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”

66

بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْاٰخِرَةِۚ بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْهَاۘ بَلْ هُمْ مِنْهَا עَمُونَ

Beliddârake ilmuhum fîl âhireh, bel hum fî şekkin minhâ, bel hum minhâ amûn.

Hayır! Onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Hayır! Onlar ondan şüphe içindedirler. Hayır! Onlar ona karşı kördürler.

67

وَقَالَ الَّذ۪ينَ כּَفَرُٓوا ءَاِذَا כּُنَّا تُرَابًا وَاٰבَٓاؤُ۬נَٓا اَئِنَّا לَمُخْرَجُونَ

Ve kâlellezîne keferû e izâ kunnâ turâben ve âbâunâ e innâ le muhracûn.

İnkâr edenler dediler ki: “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, biz gerçekten (diriltilip) çıkarılacak mıyız?”

68

لَقَدْ وُעِدْنَا هٰذَا נַחْنُ وَاٰבَٓاؤُנَا مِنْ קَبْلُ اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ

Lekad vuidnâ hâzâ nahnu ve âbâunâ min kablu in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn.

“Andolsun, bu bize de, daha önce atalarımıza da vaat edilmişti. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.”

69

قُلْ س۪ירُوا فِي الْاَرْضِ פَانْظُرُوا كَيْפَ כָּןَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ

Kul sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mucrimîn.

De ki: “Yeryüzünde dolaşın da, suçluların sonunun nasıl olduğuna bakın.”

70

وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا תَكُنْ ف۪ي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْכּُرُونَ

Ve lâ tahzen aleyhim ve lâ tekun fî daykın mimmâ yemkurûn.

Onlara üzülme. Kurdukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme.

71

وَيَقُولُونَ مَتٰى הٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn.

“Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaat ne zaman?” diyorlar.

72

قُلْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ رَدِفَ لَكُمْ בַּעْضُ الَّذ۪י תَسْتَعْجِلُونَ

Kul asâ en yekûne radife lekum ba’dullezî testa’cilûn.

De ki: “Acele istediğiniz şeyin bir kısmı, belki de ardınıza takılmıştır.”

73

وَاِنَّ رَبَّكَ לَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ

Ve inne rabbeke le zû fadlin alen nâsi ve lâkinne ekserehum lâ yeşkurûn.

Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.

74

وَاِنَّ رَبَّكَ لَيَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُדُורُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ

Ve inne rabbeke le ya’lemu mâ tukinnu sudûruhum ve mâ yu’linûn.

Şüphesiz Rabbin, onların göğüslerinin neyi gizlediğini ve neyi açığa vurduğunu elbette bilir.

75

وَمَا مِنْ غَٓائِبَةٍ فِي السَّמَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِلَّا ف۪ي כִּתَابٍ مُب۪ينٍ

Ve mâ min gâibetin fîs semâi vel ardı illâ fî kitâbin mubîn.

Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.

76

اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰןَ يَقُصُّ عَلٰى בَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اَכْثَرَ الَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ יَخْتَلِفُونَ

İnne hâzel kur’âne yakussu alâ benî isrâîle ekserellezî hum fîhi yahtelifûn.

Şüphesiz bu Kur’an, İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatmaktadır.

77

وَاِنَّهُ لَهُدًى وَרַחْمَةٌ לِلْمُؤْمِن۪ينَ

Ve innehu le huden ve rahmetun lil mu’minîn.

Ve şüphesiz o, mü’minler için bir hidayet ve bir rahmettir.

78

اِنَّ رَبَّكَ يَقْض۪ي بَيْنَهُمْ بِحُכْمِه۪ۚ وَهُوَ الْעَז۪يزُ الْعَل۪يمُ

İnne rabbeke yakdî beynehum bi hukmih, ve huvel azîzul alîm.

Şüphesiz Rabbin, onlar arasında kendi hükmünü verecektir. O, mutlak güç sahibidir, hakkıyla bilendir.

79

فَتَوَכּَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُב۪ينِ

Fe tevekkel alâllâh, inneke alel hakkıl mubîn.

O halde Allah’a tevekkül et. Çünkü sen, apaçık bir hak üzerindesin.

80

اِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْתٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّעَٓاءَ اِذَا وَلَّوْا مُדְבِر۪ينَ

İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn.

Şüphesiz sen, ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp gittikleri zaman, sağırlara da daveti duyuramazsın.

81

وَمَٓا اَنْتَ بِهَادِي الْעُمْيِ עَنْ ضَلَالَتِهِمْۜ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰיָתِنَا פَهُمْ مُسْلِمُونَ

Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn.

Ve sen, körleri sapıklıklarından doğru yola iletecek değilsin. Sen ancak, âyetlerimize iman edip de teslim olanlara duyurabilirsin.

82

وَاِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ اَخْرَجْنَا لَهُمْ דَٓابَّةً مِنَ الْاَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ اَنَّ النَّاسَ כָּנُوا بِاٰيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ

Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn.

O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını onlara söyler.

83

وَيَوْمَ נַחْשُرُ مِنْ כּُلِّ اُمَّةٍ فَوْجًا مِمَّنْ يُكَذِّبُ بِاٰיָתِنَا פَهُمْ يُوزَعُونَ

Ve yevme nahşuru min kulli ummetin fevcen mimmen yukezzibu bi âyâtinâ fe hum yûzeûn.

O gün, her ümmetten, âyetlerimizi yalanlayanlardan bir grup toplarız da, onlar (toplanma yerine) sevk edilirler.

84

حَتّٰٓى اِذَا جَٓاؤُ۫ قَالَ اَكَذَّبْتُمْ بِاٰيَات۪ي وَلَمْ تُح۪يطُوا بِهَا עِلْمًا اَمَّاذَا כּُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

Hattâ izâ câû kâle e kezzebtum bi âyâtî ve lem tuhîtû bihâ ilmen emmâzâ kuntum ta’melûn.

Nihayet geldikleri zaman (Allah) der ki: “Âyetlerimi, ilminizle kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?”

85

وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ בِمَا ظَلَمُوا פَهُمْ لَا يَنْطِقُونَ

Ve vakaal kavlu aleyhim bimâ zalemû fe hum lâ yentıkûn.

Zulmetmeleri sebebiyle o söz, başlarına gelmiştir. Artık onlar konuşamazlar.

86

اَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا الَّيْلَ لِيَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ לَاٰيَاتٍ לِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

E lem yerev ennâ cealnel leyle li yeskunû fîhi ven nehâre mubsırâ, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yu’minûn.

İçinde dinlensinler diye geceyi, (çalışsınlar diye de) aydınlık olarak gündüzü yarattığımızı görmediler mi? Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır.

87

وَيَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَفَזِعَ مَنْ فِي السَّמٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ اِلَّا مَنْ שَٓاءَ اللّٰهُۜ وَכּُلٌّ اَتَوْهُ דَاخِر۪ينَ

Ve yevme yunfehu fîs sûri fe fezia men fîs semâvâti ve men fîl ardı illâ men şâallâh, ve kullun etevhu dâhirîn.

O gün Sûr’a üflenir de, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde kim varsa hepsi korkuya kapılır. Hepsi de boyun eğerek O’na gelirler.

88

وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَהِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِۜ صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪י اَتْقَنَ כּُلَّ شَيْءٍۜ اِنَّهُ خَب۪ירٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

Ve teral cibâle tahsebuhâ câmideten ve hiye temurru merres sehâb, sun’allâhillezî etkane kulle şey’, innehu habîrun bimâ tef’alûn.

Dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçerler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

89

مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَاۚ وَهُمْ مِنْ فَזَعٍ يَوْמَئِذٍ اٰمِنُونَ

Men câe bil haseneti fe lehu hayrun minhâ, ve hum min fezeın yevmeizin âminûn.

Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı vardır. Onlar o günün korkusundan güvendedirler.

90

وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُבَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِۜ הَلْ تُجْזَوْنَ اِلَّا مَا כּُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve men câe bis seyyieti fe kubbet vucûhuhum fîn nâr, hel tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn.

Kim de bir kötülük getirirse, yüzüstü ateşe atılırlar. “Siz ancak yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz” (denir).

91

اِنَّמَٓا اُمِرْتُ اَنْ اَعْبُدَ רַבَّ هٰذِهِ الْבَلْدَةِ الَّذ۪י حَرَّמَهَا وَلَهُ כּُلُّ شَيْءٍۘ وَاُمِرْتُ اَنْ اَכُونَ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَۙ

İnnemâ umirtu en a’bude rabbe hâzihil beldetillezî harremehâ ve lehu kullu şey’, ve umirtu en ekûne minel muslimîn.

“Ben ancak, bu şehrin (Mekke’nin) Rabbine kulluk etmekle emrolundum. O ki, onu haram (dokunulmaz) kılmıştır. Her şey O’nundur. Ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.”

92

وَاَنْ اَتْلُوَا الْقُرْاٰןَۚ فَمَنِ اهْتَدٰى פَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي לِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ اِنَّמَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَ

Ve en etluvel kur’ân, fe menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih, ve men dalle fe kul innemâ ene minel munzirîn.

“Ve Kur’an’ı okumakla (emrolundum).” Artık kim hidayete ererse, ancak kendi yararına hidayete ermiş olur. Kim de saparsa, de ki: “Ben sadece uyarıcılardanım.”

93

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ فَتَعْرِفُونَهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ עַמَّا تَعْمَلُونَ

Ve kulil hamdu lillâhi seyurîkum âyâtihî fe ta’rifûnehâ, ve mâ rabbuke bi gâfilin ammâ ta’melûn.

Ve de ki: “Hamd, Allah’a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir.”