Kasas Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
طٰسٓمٓ
Tâ Sîn Mîm.
Tâ, Sîn, Mîm.
تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ
Tilke âyâtul kitâbil mubîn.
Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir.
نَتْلُوا عَلَيْكَ مِنْ نَبَاِ مُوسٰى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Netlû aleyke min nebei mûsâ ve fir’avne bil hakkı li kavmin yu’minûn.
İman eden bir toplum için, Mûsâ ve Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana hak olarak okuyoruz.
اِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْاَرْضِ وَجَعَلَ اَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَٓائِفَةً مِنْهُمْ يُذَبِّحُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَيَسْتَحْي۪ نِسَٓاءَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِد۪ينَ
İnne fir’avne alâ fîl ardı ve ceale ehlehâ şiyean yestad’ıfu tâifeten minhum yuzebbihu ebnâehum ve yestahyî nisâehum, innehu kâne minel mufsidîn.
Şüphesiz Firavun, yeryüzünde (Mısır’da) büyüklük tasladı ve halkını sınıflara ayırdı. Onlardan bir grubu zayıf düşürüyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozguncunun tekiydi.
وَنُر۪يدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْاَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ اَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِث۪ينَۙ
Ve nurîdu en nemunne alellezînestud’ıfû fîl ardı ve nec’alehum eimmeten ve nec’alehumul vârisîn.
Biz ise, yeryüzünde zayıf düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (yeryüzüne) mirasçılar kılmak istiyorduk.
وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَنُرِيَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُمْ مَا كَانُوا يَحْذَرُونَ
Ve numekkine lehum fîl ardı ve nuriye fir’avne ve hâmâne ve cunûdehumâ minhum mâ kânû yahzerûn.
Onları yeryüzünde hakim kılmak ve Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından) korktukları şeyi göstermek istiyorduk.
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِfْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ
Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en ardıîh, fe izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fîl yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî, innâ râddûhu ileyki ve câilûhu minel murselîn.
Mûsâ’nın annesine, “Onu emzir. Başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu nehre (Nil’e) bırak. Korkma ve üzülme. Şüphesiz biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” diye vahyettik.
فَالْتَقَطَهُٓ اٰلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًاۜ اِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِـ۪ٔينَ
Feltekatahu âlu fir’avne li yekûne lehum aduvven ve hazenâ, inne fir’avne ve hâmâne ve cunûdehumâ kânû hâtıîn.
Nihayet Firavun’un ailesi, kendilerine düşman ve başlarına dert olacağını bilmeden onu bulup aldı. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve orduları hatalı idiler.
وَقَالَتِ امْرَاَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ ل۪ي وَلَكَۜ لَا تَقْتُلُوهُ عَسٰىٓ اَنْ يَنْfَعَنَٓا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve kâletimraetu fir’avne kurretu aynin lî ve lek, lâ taktulûhu asâ en yenfeanâ ev nettehızehu veleden ve hum lâ yeş’urûn.
Firavun’un karısı dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz.” Onlar işin farkında değillerdi.
وَاَصْبَحَ فُؤٰادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغًاۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
Ve asbaha fuâdu ummi mûsâ fârigâ, in kâdet le tubdî bihî levlâ en rabatnâ alâ kalbihâ li tekûne minel mu’minîn.
Mûsâ’nın annesinin kalbi bomboş kalıverdi. Eğer (vaadimize) inananlardan olması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse durumu açığa vuracaktı.
وَقَالَتْ لِاُخْتِه۪ قُصّ۪يهِۘ فَبَصُرَتْ بِه۪ عَنْ جُنُبٍ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Ve kâlet li uhtihî kussîh, fe basurat bihî an cunubin ve hum lâ yeş’urûn.
Onun kız kardeşine, “Onu takip et” dedi. O da, onlar farkında olmadan uzaktan onu gözetledi.
وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِنْ قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰٓى اَهْلِ بَيْتٍ يَكْfُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ
Ve harramnâ aleyhil merâdıa min kablu fe kâlet hel edullukum alâ ehli beytin yekfulûnehu lekum ve hum lehu nâsıhûn.
Biz daha önce ona, süt annelerini (emmeyi) haram kıldık. Kız kardeşi, “Sizin için onun bakımını üstlenecek ve ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?” dedi.
فَرَدَدْنَاهُ اِلٰٓى اُمِّه۪ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Fe redednâhu ilâ ummihî key tekarre aynuhâ ve lâ tahzene ve li ta’leme enne va’dallâhi hakkun ve lâkinne ekserehum lâ ya’lemûn.
Böylece biz onu, gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. Fakat onların çoğu bilmezler.
وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَاسْتَوٰٓى اٰتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ
Ve lemmâ belega eşuddehu vestevâ âteynâhu hukmen ve ilmâ, ve kezâlike neczîl muhsinîn.
O, ergenlik çağına gelip olgunlaşınca, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
وَدَخَلَ الْمَد۪ينَةَ عَلٰى ح۪ينِ غَفْلَةٍ مِنْ اَهْلِهَا فَوَجَدَ ف۪يهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِۘ هٰذَا مِنْ ش۪يعَتِه۪ وَهٰذَا مِنْ عَدُوِّه۪ۚ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذ۪ي مِنْ ش۪يعَتِه۪ عَلَى الَّذ۪ي مِنْ عَدُوِّه۪ۙ فَوَكَزَهُ مُوسٰى فَقَضٰى عَلَيْهِۘ قَالَ هٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُب۪ينٌ
Ve dehalel medînete alâ hîni gafletin min ehlihâ fe vecede fîhâ raculeyni yaktetilân, hâzâ min şîatihî ve hâzâ min aduvvih, festegâsehullezî min şîatihî alellezî min aduvvihî fe vekezehu mûsâ fe kadâ aleyh, kâle hâzâ min ameliş şeytân, innehu aduvvun mudillun mubîn.
Şehir halkının habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamın kavga ettiğini gördü. Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsâ da ona bir yumruk vurdu ve onun ölümüne sebep oldu. “Bu, şeytanın işidir. O, gerçekten apaçık, saptırıcı bir düşmandır” dedi.
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي فَاغْfِرْ ل۪ي فَغَفَرَ لَهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
Kâle rabbi innî zalemtu nefsî fagfir lî fe gafere leh, innehu huvel gafûrur rahîm.
Dedi ki: “Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni bağışla.” Allah da onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ اَكُونَ ظَه۪يرًا لِلْمُجْرِم۪ينَ
Kâle rabbi bimâ en’amte aleyye fe len ekûne zahîran lil mucrimîn.
Dedi ki: “Rabbim! Bana verdiğin nimetle, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım.”
فَاَصْبَحَ فِي الْمَد۪ينَةِ خَٓائِfًا يَتَرَقَّبُ فَاِذَا الَّذِي اسْتَنْصَرَهُ بِالْاَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُۜ قَالَ لَهُ مُوسٰٓى اِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُب۪ينٌ
Fe asbaha fîl medîneti hâifen yeterakkabu fe izellezîstensarahu bil emsi yestasrihuh, kâle lehu mûsâ inneke le gaviyyun mubîn.
Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen kimse, yine ona feryat ediyordu. Mûsâ ona, “Sen gerçekten apaçık bir azgınsın” dedi.
فَلَمَّٓا اَنْ اَرَادَ اَنْ يَبْطِشَ بِالَّذ۪ي هُوَ عَدُوٌّ لَهُمَاۙ قَالَ يَا مُوسٰٓى اَتُر۪يدُ اَنْ تَقْتُلَن۪ي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْاَمْسِۗ اِنْ تُر۪يدُ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْاَرْضِ وَمَا تُر۪يدُ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِح۪ينَ
Fe lemmâ en erâde en yebtişe billezî huve aduvvun lehumâ kâle yâ mûsâ e turîdu en taktulenî kemâ katelte nefsen bil ems, in turîdu illâ en tekûne cebbâran fîl ardı ve mâ turîdu en tekûne minel muslihîn.
Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam, “Ey Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi, beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde ancak bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun” dedi.
وَجَٓاءَ رَجُلٌ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ يَسْعٰىۘ قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنَّ الْمَلَاَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ اِنّ۪ي لَكَ مِنَ النَّاصِح۪ينَ
Ve câe raculun min aksal medîneti yes’â, kâle yâ mûsâ innel melee ye’temirûne bike li yaktulûke fahrud innî leke minen nâsıhîn.
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve “Ey Mûsâ! İleri gelenler, seni öldürmek için hakkında görüşüyorlar. Hemen çık git. Ben sana öğüt verenlerdenim” dedi.
فَخَرَجَ مِنْهَا خَٓائِfًا يَتَرَقَّبُۘ قَالَ رَبِّ نَجِّن۪ي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ
Fe harace minhâ hâifen yeterakkab, kâle rabbi neccinî minel kavmiz zâlimîn.
Mûsâ, korku içinde, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalimler topluluğundan kurtar” dedi.
وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَٓاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يَهْدِيَن۪ي سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
Ve lemmâ teveccehe tilkâe medyene kâle asâ rabbî en yehdiyenî sevâes sebîl.
Medyen’e doğru yöneldiğinde, “Umarım Rabbim beni doğru yola iletir” dedi.
وَلَمَّا وَرَدَ مَٓاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ اُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَاَتَيْنِ تَذُودَانِۚ قَالَ مَا خَطْبُكُمَاۜ قَالَتَا لَا نَسْق۪ي حَتّٰى يُصْدِرَ الرِّعَٓاءُ وَاَبُونَا شَيْخٌ كَب۪يرٌ
Ve lemmâ verede mâe medyene vecede aleyhi ummeten minen nâsi yeskûne ve vecede min dûnihimumraeteyni tezûdân, kâle mâ hatbukumâ, kâletâ lâ neskî hattâ yusdirar riâu ve ebûnâ şeyhun kebîr.
Medyen suyuna vardığında, orada (hayvanlarını) sulayan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını sudan) alıkoyan iki kadın gördü. “Derdiniz nedir?” dedi. Onlar, “Çobanlar sulayıp çekilinceye kadar biz sulayamayız. Babamız da çok yaşlıdır” dediler.
فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ
Fe sekâ lehumâ summe tevellâ ilez zılli fe kâle rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr.
Bunun üzerine Mûsâ, onların hayvanlarını suladı. Sonra gölgeye çekilip, “Rabbim! Bana indireceğin her hayra muhtacım” dedi.
فَجَٓاءَتْهُ اِحْدٰيهُمَا تَمْش۪ي عَلَى اسْتِحْيَٓاءٍ قَالَتْ اِنَّ اَب۪ي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ اَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَاۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَۙ قَالَ لَا تَخَفْ۠ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ
Fe câethu ihdâhumâ temşî alestihyâin kâlet inne ebî yed’ûke li yecziyeke ecra mâ sekayte lenâ, fe lemmâ câehu ve kassa aleyhil kasasa kâle lâ tehaf, necevte minel kavmiz zâlimîn.
O iki kadından biri, utangaç bir yürüyüşle ona geldi ve “Babam, bizim yerimize (hayvanlarımızı) sulamanın karşılığını sana vermek için seni çağırıyor” dedi. Mûsâ, onun yanına gelip başından geçenleri anlatınca, o, “Korkma, o zalimler topluluğundan kurtuldun” dedi.
قَالَتْ اِحْدٰيهُمَا يَٓا اَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ اِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْاَم۪ينُ
Kâlet ihdâhumâ yâ ebetiste’cirh, inne hayra meniste’certel kaviyyul emîn.
İkisinden biri, “Babacığım! Onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olanıdır” dedi.
قَالَ اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ اُنْكِحَكَ اِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلٰٓى اَنْ تَأْجُرَن۪ي ثَمَانِيَ حِجَجٍۚ فَاِنْ اَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَۚ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ اَشُقَّ عَلَيْكَۜ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
Kâle innî urîdu en unkihake ihdebneteyye hâteyni alâ en te’curenî semâniye hıcec, fe in etmemte aşran fe min indik, ve mâ urîdu en eşukka aleyk, se tecidunî in şâallâhu mines sâlihîn.
(Babaları) dedi ki: “Sekiz yıl bana çalışman şartıyla, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o da senden (bir lütuf) olur. Sana zorluk çıkarmak istemem. İnşallah beni sâlihlerden bulacaksın.”
قَالَ ذٰلِكَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَۜ اَيَّمَا الْاَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّۜ وَاللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ
Kâle zâlike beynî ve beynek, eyyemel eceleyni kadaytu fe lâ udvâne aleyy, vallâhu alâ mâ nekûlu vekîl.
(Mûsâ) dedi ki: “Bu, benimle senin arandadır. İki süreden hangisini tamamlarsam, bana bir husumet yoktur. Söylediklerimize Allah vekildir.”
فَلَمَّا قَضٰى مُوسَى الْاَجَلَ وَسَارَ بِاَهْلِه۪ٓ اٰنَسَ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ نَارًاۚ قَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ
Fe lemmâ kadâ mûsel ecele ve sâra bi ehlihî ânese min cânibit tûri nârâ, kâle li ehlihimkusû innî ânestu nâren leallî âtîkum minhâ bi haberin ev cezvetin minen nâri leallekum testalûn.
Mûsâ süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine, “Siz bekleyin, ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber veya ısınmanız için ateşten bir kor getiririm” dedi.
فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰٓى اِنّ۪ٓي اَنَا اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۙ
Fe lemmâ etâhâ nûdiye min şâtııl vâdil eymeni fîl buk’atil mubâraketi mineş şecerati en yâ mûsâ innî enallâhu rabbul âlemîn.
Oraya varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, bir ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.”
وَاَنْ اَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰٓى اَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ۠ اِنَّكَ مِنَ الْاٰمِن۪ينَ
Ve en elkı asâk, fe lemmâ raâhâ tehtezzu ke ennehâ cânnun vellâ mudbiran ve lem yuakkib, yâ mûsâ akbil ve lâ tehaf, inneke minel âminîn.
“Asânı at!” Asâsını bir yılan gibi hızla hareket eder görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. “Ey Mûsâ! Geri dön ve korkma. Çünkü sen güvende olanlardansın.”
اُسْلُكْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍۘ وَاضْمُمْ اِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِنْ رَبِّكَ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَـ۬ئِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ
Usluk yedeke fî ceybike tahruc beydâe min gayri sû’, vadmum ileyke cenâhake miner rehbi fe zânike burhânâni min rabbike ilâ fir’avne ve melaih, innehum kânû kavmen fâsikîn.
“Elini koynuna sok, bir hastalık olmadan bembeyaz çıksın. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi, Firavun’a ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından verilmiş iki delildir. Şüphesiz onlar, yoldan çıkmış bir toplumdur.”
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِ
Kâle rabbi innî kateltu minhum nefsen fe ehâfu en yaktulûn.
Dedi ki: “Rabbim! Ben onlardan birini öldürdüm. Beni öldürmelerinden korkuyorum.”
وَاَخ۪ي هٰرُونُ هُوَ اَفْصَحُ مِنّ۪ي لِسَانًا فَاَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُن۪يۘ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِ
Ve ahî hârûnu huve efsahu minnî lisânen fe ersilhu maiye rid’en yusaddikunî, innî ehâfu en yukezzibûn.
“Kardeşim Harun’un dili benden daha düzgündür. Onu, beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle beraber gönder. Çünkü beni yalanlamalarından korkuyorum.”
قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخ۪يكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَاۚ اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ
Kâle se neşuddu adudeke bi ahîke ve nec’alu lekumâ sultânen fe lâ yasılûne ileykumâ bi âyâtinâ, entumâ ve menittebeakumel gâlibûn.
(Allah) dedi ki: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, mucizelerimiz sayesinde onlar size ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar galip geleceksiniz.”
فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَ
Fe lemmâ câehum mûsâ bi âyâtinâ beyyinâtin kâlû mâ hâzâ illâ sihrun mufteran ve mâ semi’nâ bi hâzâ fî âbâinel evvelîn.
Mûsâ onlara apaçık mucizelerimizle gelince, “Bu, uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” dediler.
وَقَالَ مُوسٰى رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى مِنْ عِنْدِه۪ وَمَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
Ve kâle mûsâ rabbî a’lemu bi men câe bil hudâ min indihî ve men tekûnu lehu âkıbetud dâr, innehu lâ yuflihuz zâlimûn.
Mûsâ dedi ki: “Rabbim, kimin kendi katından hidayet getirdiğini ve bu yurdun (güzel) sonucunun kime ait olacağını en iyi bilendir. Şüphesiz, zalimler kurtuluşa eremezler.”
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَاُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْر۪يۚ فَاَوْقِدْ ل۪ي يَا هَامَانُ عَلَى الطّ۪ينِ فَاجْعَلْ ل۪ي صَرْحًا لَعَلّ۪ٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ
Ve kâle fir’avnu yâ eyyuhel meleu mâ alimtu lekum min ilâhin gayrî, fe evkıd lî yâ hâmânu alet tîni fec’al lî sarhan leallî attaliu ilâ ilâhi mûsâ ve innî le ezunnuhu minel kâzibîn.
Firavun dedi ki: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum. Ey Hâmân! Benim için çamur üzerine ateş yak da, bana yüksek bir kule yap. Belki Mûsâ’nın ilahına ulaşırım. Ben onu kesinlikle yalancılardan sanıyorum.”
وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ
Vestekbera huve ve cunûduhu fîl ardı bi gayril hakkı ve zannû ennehum ileynâ lâ yurceûn.
O ve orduları, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
فَاَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّۚ فَانْظُرْ كَيْfَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِم۪ينَ
Fe ehaznâhu ve cunûdehu fe nebeznâhum fîl yemm, fanzur keyfe kâne âkıbetuz zâlimîn.
Biz de onu ve ordularını yakalayıp denize attık. Bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!
وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ لَا يُنْصَرُونَ
Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr, ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn.
Onları, ateşe çağıran önderler kıldık. Kıyamet gününde de onlara yardım edilmez.
وَاَتْبَعْنَاهُمْ ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةًۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ هُمْ مِنَ الْمَقْبُوح۪ينَ
Ve etba’nâhum fî hâzihid dunyâ la’neh, ve yevmel kıyâmeti hum minel makbûhîn.
Bu dünyada arkalarına bir lanet taktık. Kıyamet gününde ise onlar, iğrenç kimselerden olacaklardır.
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ الْاُو۫لٰى بَصَٓائِرَ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّרُونَ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe min ba’di mâ ehleknel kurûnel ûlâ besâire lin nâsi ve huden ve rahmeten leallehum yetezekkerûn.
Andolsun, önceki nesilleri helak ettikten sonra, Mûsâ’ya, insanlar için basiret nurları, bir hidayet ve bir rahmet olarak o kitabı verdik ki, düşünüp öğüt alsınlar.
وَمَا كُنْتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ اِذْ قَضَيْنَٓا اِلٰى مُوسَى الْاَمْرَ وَمَا كُنْتَ مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
Ve mâ kunte bi cânibil garbiyyi iz kadaynâ ilâ mûsel emre ve mâ kunte mineş şâhidîn.
Biz Mûsâ’ya o emri vahyettiğimiz zaman, sen (vadinin) batı tarafında değildin ve (o olaya) şahit olanlardan da değildin.
وَلٰكِنَّٓا اَنْشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُۚ وَمَا كُنْتَ ثَاوِيًا ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِنَاۙ وَلٰكِنَّا كُنَّا مُرْسِل۪ينَ
Ve lâkinnâ enşe’nâ kurûnen fe tetâvele aleyhimul umur, ve mâ kunte sâviyen fî ehli medyene tetlû aleyhim âyâtinâ, ve lâkinnâ kunnâ mursilîn.
Fakat biz, nice nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halkı arasında oturup da onlara âyetlerimizi okuyor değildin. Fakat (o haberleri sana) gönderen biziz.
وَمَا كُنْتَ بِجَانِبِ الطُّورِ اِذْ نَادَيْنَا وَلٰكِنْ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّרُونَ
Ve mâ kunte bi cânibit tûri iz nâdeynâ ve lâkin rahmeten min rabbike li tunzire kavmen mâ etâhum min nezîrin min kablike leallehum yetezekkerûn.
Biz (Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman, sen Tûr’un yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için (sana vahyettik). Umulur ki öğüt alırlar.
وَلَوْلَٓا اَنْ تُص۪يبَهُمْ مُص۪يبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّבِעَ اٰיָתِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
Ve levlâ en tusîbehum musîbetun bimâ kaddemet eydîhim fe yekûlû rabbenâ levlâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike ve nekûne minel mu’minîn.
Kendi ellerinin yaptığı yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde, “Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık” dememeleri için (seni gönderdik).
فَلَمَّا جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَٓا اُو۫تِيَ مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰىۜ اَوَلَمْ يَكْfُرُوا بِمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۚ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُٓوا اِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ
Fe lemmâ câehumul hakku min indinâ kâlû levlâ ûtiye misle mâ ûtiye mûsâ, e ve lem yekfurû bimâ ûtiye mûsâ min kabl, kâlû sihrâni tezâherâ ve kâlû innâ bi kullin kâfirûn.
Fakat onlara katımızdan hak gelince, “Mûsâ’ya verilenin bir benzeri ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Onlar daha önce Mûsâ’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? “Birbirini destekleyen iki sihir” dediler ve “Biz hepsini de inkâr ediyoruz” dediler.
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ هُوَ اَهْدٰى مِنْهُمَٓا اَتَّبِعْهُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Kul fe’tû bi kitâbin min indillâhi huve ehdâ minhumâ ettebi’hu in kuntum sâdikîn.
De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de, ona uyayım.”
فَاِنْ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَكَ فَاعْلَمْ اَنَّمَا يَتَّבِעُونَ اَهْوَٓاءَهُمْۜ وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنِ اتَّבַעَ هَوٰيهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh, innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn.
Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar ancak hevalarına uymaktadırlar. Allah’tan bir hidayet olmaksızın, kendi hevasına uyandan daha sapık kim olabilir? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّרُونَ
Ve lekad vassalnâ lehumul kavle leallehum yetezekkerûn.
Andolsun, biz o sözü (Kur’an’ı), düşünüp öğüt alsınlar diye onlara ardı ardına ulaştırdık.
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِه۪ هُمْ بِه۪ يُؤْمِنُونَ
Ellezîne âteynâhumul kitâbe min kablihî hum bihî yu’minûn.
Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler.
وَاِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ قَالُٓوا اٰمَنَّا بِه۪ٓ اِنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّنَٓا اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلِه۪ مُسْلِم۪ينَ
Ve izâ yutlâ aleyhim kâlû âmennâ bihî innehul hakku min rabbinâ innâ kunnâ min kablihî muslimîn.
Onlara (Kur’an) okunduğu zaman, “Ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Biz zaten ondan önce de Müslümanlar idik” derler.
اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْتَوْنَ اَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُ۫نَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا רَزَقْنَاهُمْ يُنْfِقُونَ
Ulâike yu’tevne ecrehum merreteyni bimâ saberû ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ve mimmâ razaknâhum yunfikûn.
İşte onlara, sabretmeleri sebebiyle mükâfatları iki defa verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.
وَاِذَا سَمِעُوا اللَّغْوَ اَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا לَنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَا نَبْتَغِي الْجَاهِل۪ينَ
Ve izâ semiûl lagve a’radû anhu ve kâlû lenâ a’mâlunâ ve lekum a’mâlukum selâmun aleykum lâ nebtegîl câhilîn.
Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve “Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size. Size selam olsun. Biz cahilleri istemeyiz” derler.
اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي מَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي מَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu, ve huve a’lemu bil muhtedîn.
Şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilir.
وَقَالُٓوا اِنْ نَتَّבِעِ الْهُدٰى مَعَكَ نُتَخَטَّفْ مِنْ اَرْضِنَاۜ اَوَلَمْ نُمَكِّنْ لَهُمْ חَرَمًا اٰمِنًا يُجْبٰٓى اِلَيْهِ ثَمَرَاتُ كُلِّ شَيْءٍ רِזْقًا مِنْ لَدُنَّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Ve kâlû in nettebiıl hudâ meake nutehattaf min ardınâ, e ve lem numekkin lehum haramen âminen yucbâ ileyhi semerâtu kulli şey’in rızkan min ledunnâ ve lâkinne ekserehum lâ ya’lemûn.
Dediler ki: “Eğer seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan çıkarılırız.” Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli bir haremde yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
وَكَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ קَرْيَةٍ בَטِرَتْ مَع۪يشَتَهَاۚ فَتِلْكَ مَسَاكِنُهُمْ لَمْ تُسْكَنْ مِنْ بَعْدِهِمْ اِلَّا قَل۪يلًاۜ وَكُنَّا نَحْنُ الْוָרِث۪ينَ
Ve kem ehleknâ min karyetin batırat maîşetehâ, fe tilke mesâkinuhum lem tusken min ba’dihim illâ kalîlâ, ve kunnâ nahnul vârisîn.
Biz, geçim şımarıklığına düşmüş nice memleketleri helak ettik. İşte onların meskenleri! Onlardan sonra pek az kimse oturmuştur. Onlara biz mirasçı olduk.
وَمَا כָּןَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرٰى حَتّٰى יַבْعَثَ ف۪ٓي اُمِّهَا רَسُولًا يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِنَاۚ وَمَا כּُنَّا مُهْلِكِي الْقُرٰٓى اِلَّا وَاَهْلُهَا ظَالِمُونَ
Ve mâ kâne rabbuke muhlikel kurâ hattâ yeb’ase fî ummihâ resûlen yetlû aleyhim âyâtinâ, ve mâ kunnâ muhlikîl kurâ illâ ve ehluhâ zâlimûn.
Rabbin, ana şehirlerine kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe, o şehirleri helak edici değildir. Biz, halkı zalim olmadıkça şehirleri helak etmeyiz.
وَمَٓا اُو۫ת۪يتُمْ מִןْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَז۪ינَتُهَاۚ وَמَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ وَاَبْקٰىۜ اَفَلَا תַעْقِلُونَ
Ve mâ ûtîtum min şey’in fe metâul hayâtid dunyâ ve zînetuhâ, ve mâ indallâhi hayrun ve ebkâ, e fe lâ ta’kılûn.
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının geçici bir menfaati ve süsüdür. Allah katında bulunanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?
اَفَمَنْ وَעَدْنَاهُ وَעْدًا חَسَنًا فَهُوَ לَاق۪يهِ כּَمَنْ מَتَّעْنَاهُ מَتَاعَ الْحَيٰوةِ الدُّنْיَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مِنَ الْمُחْضَر۪ينَ
E fe men vaadnâhu va’den hasenen fe huve lâkîhi ke men metta’nâhu metâal hayâtid dunyâ summe huve yevmel kıyâmeti minel muhdarîn.
Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve o vaade kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçici menfaatiyle faydalandırdığımız, sonra da kıyamet gününde (azaba) getirilecek olan kimse gibi midir?
وَيَوْمَ يُנَاد۪יהِمْ فَيَقُولُ اَيْنَ שُرَكَٓائِيَ الَّذ۪ينَ כּُنْتُمْ تَزْعُمُونَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu eyne şurakâiyellezîne kuntum tez’umûn.
O gün (Allah) onlara seslenerek, “Benim ortaklarım olduğunu iddia ettikleriniz nerede?” der.
قَالَ الَّذ۪ينَ חَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هٰٓؤُ۬לَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَغْוَيْنَاۚ اَغْוَيْنَاهُمْ כּَمَا غَוَيْنَاۚ تَبَرَّأْنَٓا اِلَيْكَۘ مَا כָּנُٓوا اِيَّانَا يَعْبُدُونَ
Kâlellezîne hakka aleyhimul kavlu rabbenâ hâulâillezîne agveynâ, agveynâhum kemâ gaveynâ, teberra’nâ ileyk, mâ kânû iyyânâ ya’budûn.
Haklarında (azap) sözü gerçekleşmiş olanlar derler ki: “Rabbimiz! İşte bunlar, bizim saptırdıklarımızdır. Kendimiz saptığımız gibi, onları da saptırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı.”
وَק۪ילَ ادْعُوا שُرَكَٓاءَكُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا לَهُمْ وَרَاَوُا الْעَذَابَۜ לَوْ اَنَّهُمْ כָּנُوا يَهْتَدُونَ
Ve kîled’û şurakâekum fe deavhum fe lem yestecîbû lehum ve raevul azâb, lev ennehum kânû yehtedûn.
“Haydi, ortaklarınızı çağırın” denilir. Onları çağırırlar, fakat kendilerine cevap vermezler. Ve azabı görürler. Keşke doğru yolda olsalardı!
وَيَوْمَ يُנَاد۪יהِمْ فَيَقُولُ مَاذَٓا اَجَبْتُمُ الْمُرْسَل۪ينَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu mâzâ ecebtumul murselîn.
O gün (Allah) onlara seslenerek, “Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.
فَعَمِيَتْ عَلَيْهِمُ الْاَنْבَٓاءُ يَوْمَئِذٍ פَهُمْ لَا יَتَسَٓاءَلُونَ
Fe amiyet aleyhimul enbâu yevmeizin fe hum lâ yetesâelûn.
O gün bütün haberler onlara kapkaranlık gelir. Birbirlerine de soramazlar.
פَاَمَّا مَنْ תَابَ وَاٰمَنَ وَעَمِلَ صَالِحًا פَعَسٰٓى اَنْ יَכُونَ مِنَ الْمُفْلِح۪ينَ
Fe emmâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan fe asâ en yekûne minel muflihîn.
Fakat kim tövbe eder, iman eder ve sâlih bir amel işlerse, onun kurtuluşa erenlerden olması umulur.
وَرَبُّكَ יَخْلُقُ مَا יَשَٓاءُ وَيَخْتَارُۜ مَا כָּןَ לَهُمُ الْخِيَرَةُۜ سُבْחَانَ اللّٰهِ وَתَعَالٰى עַמَّا يُשְׁרِכُونَ
Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr, mâ kâne lehumul hıyereh, subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn.
Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır ve yücedir.
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُכِنُّ صُדُורُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
Ve rabbuke ya’lemu mâ tukinnu sudûruhum ve mâ yu’linûn.
Rabbin, onların göğüslerinin neyi gizlediğini ve neyi açığa vurduğunu bilir.
وَهُوَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ לَهُ الْحَمْدُ فِي الْاُو۫لٰى وَالْاٰخِرَةِ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve huvallâhu lâ ilâhe illâ hû, lehul hamdu fîl ûlâ vel âhireh, ve lehul hukmu ve ileyhi turceûn.
O, Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Dünyada da, ahirette de hamd O’nadır. Hüküm de O’nundur. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.
قُلْ اَرَאَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ الَّيْلَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰמَةِ מَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِضِيَٓاءٍۜ اَفَلَا תَسْمَعُونَ
Kul e raeytum in cealallâhu aleykumul leyle sermeden ilâ yevmil kıyâmeti men ilâhun gayrullâhi ye’tîkum bi dıyâ’, e fe lâ tesmeûn.
De ki: “Söyleyin bana, eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde sürekli kılsa, Allah’tan başka size bir aydınlık getirecek ilah kimdir? Hâlâ işitmiyor musunuz?”
قُلْ اَرَאَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ النَّهَارَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰמَةِ מَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِلَيْلٍ תَسْكُنُونَ ف۪يهِۜ اَفَلَا תُبْصِرُونَ
Kul e raeytum in cealallâhu aleykumun nehâre sermeden ilâ yevmil kıyâmeti men ilâhun gayrullâhi ye’tîkum bi leylin teskunûne fîh, e fe lâ tubsırûn.
De ki: “Söyleyin bana, eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar üzerinizde sürekli kılsa, Allah’tan başka size içinde dinleneceğiniz bir gece getirecek ilah kimdir? Hâlâ görmüyor musunuz?”
وَمِنْ رَحْمَتِه۪ جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَלِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِه۪ وَלَعَلَّكُمْ תַשْכּُرُونَ
Ve min rahmetihî ceale lekumul leyle ven nehâre li teskunû fîhi ve li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn.
Rahmetinden ötürü, içinde dinlenesiniz ve lütfundan (rızık) arayasınız ve şükredesiniz diye sizin için geceyi ve gündüzü yarattı.
وَيَوْمَ يُנَاد۪יהِمْ فَيَقُولُ اَيْنَ שُرَكَٓائِيَ الَّذ۪ينَ כּُنْتُمْ تَזْعُمُونَ
Ve yevme yunâdîhim fe yekûlu eyne şurakâiyellezîne kuntum tez’umûn.
O gün (Allah) onlara seslenerek, “Benim ortaklarım olduğunu iddia ettikleriniz nerede?” der.
وَنَזَعْنَا مِنْ כּُلِّ اُمَّةٍ شَه۪يدًا פَقُلْنَا هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ פَعَلِمُٓوا اَنَّ الْحَقَّ لِلّٰهِ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا כָּנُوا יَفْتَرُونَ
Ve neza’nâ min kulli ummetin şehîden fe kulnâ hâtû burhânekum fe alimû ennel hakka lillâhi ve dalle anhum mâ kânû yefterûn.
Her ümmetten bir şahit çıkarırız ve “Delilinizi getirin” deriz. O zaman hakkın Allah’a ait olduğunu anlarlar ve uydurdukları şeyler onlardan kaybolup gider.
اِنَّ קָارُونَ כָּןَ مِنْ קَوْمِ مُوسٰى פَبَغٰى عَلَيْهِمْ وَاٰتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ מَٓا اِنَّ מَفَاتِحَهُ لَتَنُٓوا۬ بِالْعُصْبَةِ اُو۬لِي الْقُوَّةِ اِذْ قَالَ لَهُ קَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ
İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ fe begâ aleyhim, ve âteynâhu minel kunûzi mâ inne mefâtihahu le tenûu bil usbeti ulîl kuvveh, iz kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhıbbul ferihîn.
Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik. Hani kavmi ona, “Şımarma! Çünkü Allah, şımaranları sevmez” demişti.
وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْיَا وَاَحْسِنْ כּَمَٓا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ وَلَا תַבْغِ الْفَسَادَ فِي الْاَرْضِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ
Vebtegı fîmâ âtâkallâhud dârel âhirete ve lâ tense nasîbeke mined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke ve lâ tebgıl fesâde fîl ard, innallâhe lâ yuhıbbul mufsidîn.
“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”
قَالَ اِنَّمَٓا اُو۫ת۪يتُهُ عَلٰى עِلْمٍ عِنْد۪يۜ اَوَلَمْ يَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَهْلَكَ מִןْ קَبْلِه۪ مِنَ الْقُرُونِ מَنْ هُوَ اَשَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَاَכְثَرُ جَمْعًاۜ وَلَا يُسْـَٔلُ عَنْ ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ
Kâle innemâ ûtîtuhu alâ ilmin indî, e ve lem ya’lem ennallâhe kad ehleke min kablihî minel kurûni men huve eşeddu minhu kuvveten ve ekseru cem’â, ve lâ yus’elu an zunûbihimul mucrimûn.
Dedi ki: “Bu (servet) bana, ancak bendeki bir bilgi sayesinde verildi.” O, Allah’ın kendisinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helak ettiğini bilmedi mi? Suçlulara günahları sorulmaz.
فَخَرَجَ عَلٰى قَوْמِه۪ ف۪ي ז۪ינَتِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يُר۪يدُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا يَا لَيْتَ לَنَا מِثْلَ מَٓا اُو۫תِيَ קָارُونُ اِنَّهُ לَذُو חַظٍّ عَظ۪יםٍ
Fe harace alâ kavmihî fî zînetih, kâlellezîne yurîdûnel hayâted dunyâ yâ leyte lenâ misle mâ ûtiye kârûnu innehu le zû hazzın azîm.
Derken, ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler, “Keşke Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı! Gerçekten o, büyük bir servet sahibidir” dediler.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫תُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَוָבُ اللّٰهِ خَيْرٌ לِمَنْ اٰמَنَ وَעَمِلَ صَالِحًاۚ وَلَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الصَّابِرُونَ
Ve kâlellezîne ûtûl ilme veylekum sevâbullâhi hayrun li men âmene ve amile sâlihâ, ve lâ yulakkâhâ illes sâbirûn.
Kendilerine ilim verilenler ise, “Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyenler için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşur” dediler.
فَخَسَفْنَا بِه۪ وَבِدَارِهِ الْاَرْضَ فَمَا כָּןَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ דُونِ اللّٰهِ وَمَا כָּןَ مِنَ الْمُنْتَصِر۪ينَ
Fe hasefnâ bihî ve bi dârihil arda fe mâ kâne lehu min fietin yensurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne minel muntasırîn.
Sonunda onu da, sarayını da yere batırdık. Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu da olmadı. Kendi kendini kurtaracaklardan da değildi.
وَاَصْبَحَ الَّذ۪ينَ تَمَنَّوْا מَכَانَهُ بِالْاَمْسِ يَقُولُونَ وَيْכَاَنَّ اللّٰهَ يَبْسُטُ الرِّזْقَ לِمَنْ יَשَٓاءُ مِنْ עִבَادِه۪ وَيَقْدِرُۚ لَوْلَٓا اَنْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا לَخَسَفَ בִּנَاۜ وَيْכَاَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْכָּפِرُونَ
Ve asbahallezîne temennev mekânehu bil emsi yekûlûne veykeennallâhe yebsutur rızka li men yeşâu min ıbâdihî ve yakdir, levlâ en mennallâhu aleynâ le hasefe binâ, veykeennehu lâ yuflihul kâfirûn.
Dün onun yerinde olmayı isteyenler, sabahleyin, “Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine daraltıyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yere batırırdı. Vay! Demek ki kâfirler kurtuluşa eremezlermiş” demeye başladılar.
תِلْكَ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ نَجْعَلُهَا לِلَّذ۪ينَ لَا يُר۪يدُونَ عُلُوًّا فِي الْاَرْضِ وَلَا פَسَادًاۜ وَالْعَاقِبَةُ לِلْمُتَّق۪ينَ
Tilked dârul âhiretu nec’aluhâ lillezîne lâ yurîdûne uluvven fîl ardı ve lâ fesâdâ, vel âkıbetu lil muttakîn.
İşte o ahiret yurdu! Onu, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk istemeyenlere veririz. Güzel sonuç, takva sahiplerinindir.
מَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْזَى الَّذ۪ينَ עَمِلُوا السَّיִּـَٔاتِ اِلَّا مَا כָּנُوا يَعْمَلُونَ
Men câe bil haseneti fe lehu hayrun minhâ, ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczellezîne amilûs seyyiâti illâ mâ kânû ya’melûn.
Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı vardır. Kim de bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıklarının cezasını çekerler.
اِنَّ الَّذ۪י فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْاٰןَ לَرَٓادُّكَ اِلٰى מَعَادٍۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ مَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى وَمَنْ هُوَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
İnnellezî farada aleykel kur’âne le râdduke ilâ meâd, kul rabbî a’lemu men câe bil hudâ ve men huve fî dalâlin mubîn.
Kur’an’ı sana farz kılan (Allah), seni mutlaka dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim, kimin hidayet getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.”
وَمَا כּُنْتَ تَرْجُٓوا اَنْ يُلْקٰٓى اِلَيْكَ الْكِתَابُ اِلَّا רַחْمَةً مِنْ رَبِّكَ פَلَا תَكُونَنَّ ظَه۪ירًا לِلْכָּפِر۪ينَ
Ve mâ kunte tercû en yulkâ ileykel kitâbu illâ rahmeten min rabbike fe lâ tekûnenne zahîran lil kâfirîn.
Sen, bu kitabın sana verileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). O halde kâfirlere asla arka çıkma.
وَلَا יَصُدُّنَّكَ עَنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ בַּعْدَ اِذْ اُنْזِلَتْ اِلَيْكَ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَ وَלَا תَكُونَنَّ مِنَ الْمُשְׁרِכ۪ينَ
Ve lâ yasuddunneke an âyâtillâhi ba’de iz unzilet ileyke vad’u ilâ rabbike ve lâ tekûnenne minel muşrikîn.
Sana indirildikten sonra, Allah’ın âyetlerinden seni alıkoymasınlar. Rabbine davet et ve müşriklerden olma.
وَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۢ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ כּُلُّ شَيْءٍ הَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ לَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve lâ ted’u meallâhi ilâhen âhar, lâ ilâhe illâ hû, kullu şey’in hâlikun illâ vecheh, lehul hukmu ve ileyhi turceûn.
Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.