Sebe Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْاٰخِرَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ
Elhamdu lillâhillezî lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı ve lehul hamdu fîl âhireh, ve huvel hakîmul habîr.
Hamd, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisinin olan Allah’a mahsustur. Ahirette de hamd O’na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ الرَّح۪يمُ الْغَفُورُ
Ya’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ ya’rucu fîhâ, ve huver rahîmul gafûr.
Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْۙ عَالِمِ الْغَيْبِۘ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ
Ve kâlellezîne keferû lâ te’tînes sâah, kul belâ ve rabbî le te’tiyennekum, âlimil gayb, lâ ya’zubu anhu miskâlu zerretin fîs semâvâti ve lâ fîl ardı ve lâ asgaru min zâlike ve lâ ekberu illâ fî kitâbin mubîn.
İnkâr edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır! Gaybı bilen Rabbime andolsun ki, o size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.”
لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْfِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ
Li yecziyellezîne âmenû ve amilûs sâlihât, ulâike lehum magfiretun ve rızkun kerîm.
Allah’ın, iman edip sâlih ameller işleyenleri mükâfatlandırması için (kıyamet mutlaka gelecektir). İşte onlar için bir bağışlanma ve şerefli bir rızık vardır.
وَالَّذ۪ينَ سَعَوْ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ اَل۪يمٌ
Vellezîne seav fî âyâtinâ muâcizîne ulâike lehum azâbun min riczin elîm.
Âyetlerimizi geçersiz kılmak için çaba harcayanlara gelince, onlar için en kötüsünden elem dolu bir azap vardır.
وَيَرَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّ وَيَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ
Ve yerellezîne ûtûl ilme-llezî unzile ileyke min rabbike huvel hakka ve yehdî ilâ sırâtıl azîzil hamîd.
Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve onun, mutlak güç sahibi, övülmeye layık olan Allah’ın yoluna ilettiğini görürler.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ اِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ اِنَّكُمْ لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۚ
Ve kâlellezîne keferû hel nedullukum alâ raculin yunebbiukum izâ muzziktum kulle mumezzekın innekum le fî halkın cedîd.
İnkâr edenler dediler ki: “Siz parça parça dağılıp yok olduğunuz zaman, sizin yeniden yaratılacağınızı haber veren bir adamı size gösterelim mi?”
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ
Efterâ alâllâhi keziben em bihî cinneh, belillezîne lâ yu’minûne bil âhireti fîl azâbi ved dalâlil baîd.
“Acaba o, Allah’a karşı yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Hayır! Ahirete inanmayanlar, azap ve derin bir sapıklık içindedirler.
اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْfَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنْ نَشَأْ نَخْسِfْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفًا مِنَ السَّمَٓاءِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ
E fe lem yerev ilâ mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum mines semâi vel ard, in neşe’ nahsif bihimul arda ev nuskıt aleyhim kisefen mines semâ’, inne fî zâlike le âyeten li kulli abdin munîb.
Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında ne olduğuna bakmazlar mı? Dilersek onları yere batırırız, ya da üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda, (Allah’a) yönelen her kul için bir ibret vardır.
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ
Ve lekad âteynâ dâvûde minnâ fadlâ, yâ cibâlu evvibî meahu vet tayr, ve elennâ lehul hadîd.
Andolsun, biz Dâvûd’a tarafımızdan bir lütuf verdik. “Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin ve ey kuşlar!” (dedik). Ve biz ona demiri yumuşattık.
اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Eni’mel sâbigâtin ve kaddir fîs serdi va’melû sâlihâ, innî bimâ ta’melûne basîr.
“Geniş zırhlar yap ve dokumasını ölçülü yap” diye (vahyettik). “Siz de sâlih ameller işleyin. Şüphesiz ben, yaptıklarınızı hakkıyla görmekteyim.”
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ
Ve li suleymâner rîha guduvvuhâ şehrun ve revâhuhâ şehr, ve eselnâ lehu aynel kıtr, ve minel cinni men ya’melu beyne yedeyhi bi izni rabbih, ve men yezıg minhum an emrinâ nuzıkhu min azâbis saîr.
Süleyman’ın emrine de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgârı verdik. Onun için erimiş bakır pınarını akıttık. Cinlerden de, Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı. Onlardan kim emrimizden çıkarsa, ona alevli ateşin azabını tattırırız.
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِfَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْرًاۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
Ya’melûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe ve temâsîle ve cifânin kel cevâbi ve kudûrin râsiyât, i’melû âle dâvûde şukrâ, ve kalîlun min ıbâdiyeş şekûr.
Onlar, onun için dilediği şekilde mihraplar (ibadet yerleri), heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Dâvûd ailesi! Şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükredenler ne kadar azdır!
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ
Fe lemmâ kadaynâ aleyhil mevte mâ dellehum alâ mevtihî illâ dâbbetul ardı te’kulu minseeteh, fe lemmâ harra tebeyyenetil cinnu en lev kânû ya’lemûnel gaybe mâ lebisû fîl azâbil muhîn.
Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onlara onun ölümünü, ancak asâsını yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. O, yere yıkılınca, anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.
لَقَدْ كَانَ لِسَبَاٍ ف۪ي مَسْكَنِهِمْ اٰيَةٌۚ جَنَّتَانِ عَنْ يَم۪ينٍ وَشِمَالٍۜ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُۜ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ
Lekad kâne li sebein fî meskenihim âyeh, cennetâni an yemînin ve şimâl, kulû min rızkı rabbikum veşkurû leh, beldetun tayyibetun ve rabbun gafûr.
Andolsun, Sebe’ (halkı) için kendi yurtlarında bir ibret vardı. Sağdan ve soldan iki bahçe! (Onlara) “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. İşte güzel bir belde ve çok bağışlayan bir Rab!” (denilmişti).
فَاَعْرَضُوا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَاَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَل۪يلٍ
Fe a’radû fe erselnâ aleyhim seylel arimi ve beddelnâhum bi cenneteyhim cenneteyni zevâtey ukulin hamtın ve eslin ve şey’in min sidrin kalîl.
Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların o iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُواۜ وَهَلْ نُجَاز۪ٓي اِلَّا الْكَفُورَ
Zâlike cezeynâhum bimâ keferû, ve hel nucâzî illel kefûr.
İşte böyle, nankörlük etmeleri sebebiyle onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?
وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا ف۪يهَا السَّيْرَۜ س۪يرُوا ف۪يهَا لَيَالِيَ وَاَيَّامًا اٰمِن۪ينَ
Ve cealnâ beynehum ve beynel kurelletî bâreknâ fîhâ kuran zâhireten ve kaddernâ fîhes seyr, sîrû fîhâ leyâliye ve eyyâmen âminîn.
Onlarla, bereketli kıldığımız memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve oralarda seyahati ölçülü kıldık. “Oralarda geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin” (dedik).
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْfَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُsَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
Fe kâlû rabbenâ bâid beyne esfârinâ ve zalemû enfusehum fe cealnâhum ehâdîse ve mezzaknâhum kulle mumezzak, inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr.
Fakat onlar, “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve kendilerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.
وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ اِبْل۪يسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ اِلَّا فَر۪يقًا مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn.
Andolsun, İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. Mü’minlerden bir grup hariç, hepsi ona uydular.
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا ف۪ي شَكٍّۜ وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَف۪يظٌ
Ve mâ kâne lehu aleyhim min sultânin illâ li na’leme men yu’minu bil âhireti mimmen huve minhâ fî şekk, ve rabbuke alâ kulli şey’in hafîz.
Halbuki onun, onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktu. Ancak ahirete inananı, ondan şüphe edenden ayırt edelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin, her şeyi koruyup gözetendir.
قُلِ ادْعُوا الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِۚ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَمَا لَهُمْ ف۪يهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُمْ مِنْ ظَه۪يرٍ
Kulid’ûllezîne zaamtum min dûnillâh, lâ yemlikûne miskâle zerretin fîs semâvâti ve lâ fîl ardı ve mâ lehum fîhimâ min şirkin ve mâ lehu minhum min zahîr.
De ki: “Allah’ı bırakıp da ilah sandıklarınızı çağırın. Onların ne göklerde ne de yerde zerre miktarı bir şeye güçleri yeter. Onların bu ikisinde bir ortaklığı da yoktur. O’nun, onlardan bir yardımcısı da yoktur.”
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُۜ حَتّٰٓى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ
Ve lâ tenfeuş şefâatu indehû illâ li men ezine leh, hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbukum, kâlûl hakka ve huvel aliyyul kebîr.
O’nun katında, kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet kalplerinden korku giderilince, “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. Onlar da, “Hakkı (buyurdu)” derler. O, yücedir, büyüktür.
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلِ اللّٰهُۙ وَاِنَّٓا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Kul men yerzukukum mines semâvâti vel ard, kulillâh(u), ve innâ ev iyyâkum le alâ huden ev fî dalâlin mubîn.
De ki: “Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?” De ki: “Allah’tır. Şüphesiz biz veya siz, ya doğru yol üzerindeyiz ya da apaçık bir sapıklık içindeyiz.”
قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Kul lâ tus’elûne ammâ ecramnâ ve lâ nus’elu ammâ ta’melûn.
De ki: “Siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu tutulmazsınız, biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu tutulmayız.”
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ
Kul yecmeu beynenâ rabbunâ summe yeftehu beynenâ bil hakk, ve huvel fettâhul alîm.
De ki: “Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, hakkıyla bilendir.”
قُلْ اَرُونِيَ الَّذ۪ينَ اَلْحَقْتُمْ بِه۪ شُرَكَٓاءَ كَلَّاۜ بَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Kul erûniyellezîne elhaktum bihî şurakâe kellâ, bel huvallâhul azîzul hakîm.
De ki: “O’na ortak koştuklarınızı bana gösterin. Hayır! Aksine, O, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’tır.”
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lin nâsi beşîran ve nezîran ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn.
Biz seni, ancak bütün insanlara bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn.
“Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaat ne zaman?” diyorlar.
قُلْ لَكُمْ م۪يعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ
Kul lekum mîâdu yevmin lâ teste’hirûne anhu sâaten ve lâ testakdimûn.
De ki: “Size vaat edilen öyle bir gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de bir an öne geçebilirsiniz.”
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِfُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِن۪ينَ
Ve kâlellezîne keferû len nu’mine bi hâzel kur’âni ve lâ billezî beyne yedeyh, ve lev terâ iziz zâlimûne mevkûfûne inde rabbihim yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl, yekûlullezînestud’ıfû lillezînestekberû levlâ entum le kunnâ mu’minîn.
İnkâr edenler, “Biz bu Kur’an’a da, ondan öncekilere de asla inanmayız” dediler. O zalimlerin, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman birbirlerine söz atarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, biz mutlaka mü’min olurduk” derler.
قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِfُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِم۪ينَ
Kâlellezînestekberû lillezînestud’ıfû e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum bel kuntum mucrimîn.
Büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara derler ki: “Size hidayet geldikten sonra, sizi ondan biz mi saptırdık? Hayır, siz zaten suçlu idiniz.”
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِfُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَنَٓا اَنْ نَكْfُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَۜ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ ف۪ٓي اَعْنَاقِ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ve kâlellezînestud’ıfû lillezînestekberû bel mekrul leyli ven nehâri iz te’murûnenâ en nekfure billâhi ve nec’ale lehu endâdâ, ve eserrûn nedâmete lemmâ raevul azâb, ve cealnel aglâle fî a’nâkıllezîne keferû, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn.
Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara derler ki: “Hayır! Gece gündüz kurduğunuz tuzaklar (bizi saptırdı). Çünkü siz bize, Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.” Azabı gördüklerinde, pişmanlıklarını içlerine atarlar. Biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılırlar?
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَذ۪يرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ
Ve mâ erselnâ fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrefûhâ innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn.
Biz hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, onun şımarık zenginleri mutlaka, “Biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” dediler.
وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالًا وَاَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَ
Ve kâlû nahnu ekseru emvâlen ve evlâden ve mâ nahnu bi muazzebîn.
Ve dediler ki: “Biz, malca da evlatça da daha çoğuz. Bize azap edilecek değildir.”
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Kul inne rabbî yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdiru ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn.
De ki: “Şüphesiz Rabbim, rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
وَمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ بِالَّت۪ي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْfٰٓى اِلَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَزَٓاءُ الضِّعْfِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُfَاتِ اٰمِنُونَ
Ve mâ emvâlukum ve lâ evlâdukumbilletî tukarribukum indenâ zulfâ illâ men âmene ve amile sâlihan fe ulâike lehum cezâud dı’fi bimâ amilû ve hum fîl gurufâti âminûn.
Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlatlarınız. Ancak iman edip sâlih amel işleyenler başka. İşte onlar için, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar, (cennet) köşklerinde güven içindedirler.
وَالَّذ۪ينَ يَسْعَوْنَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ
Vellezîne yes’avne fî âyâtinâ muâcizîne ulâike fîl azâbi muhdarûn.
Âyetlerimizi geçersiz kılmak için çaba harcayanlar ise, azap içinde hazır bulundurulacaklardır.
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُ لَهُۜ وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِfُهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ
Kul inne rabbî yebsutur rızka li men yeşâu min ıbâdihî ve yakdiru leh, ve mâ enfaktum min şey’in fe huve yuhlifuh, ve huve hayrur râzikîn.
De ki: “Şüphesiz Rabbim, kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine daraltır. Her neyi infak ederseniz, O onun yerine yenisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ
Ve yevme yahşuruhum cemîan summe yekûlu lil melâiketi e hâulâi iyyâkum kânû ya’budûn.
O gün (Allah), onların hepsini bir araya toplayacak, sonra meleklere, “Bunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
قَالُوا سُبْحَانَكَ اَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُونِهِمْۚ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّۚ اَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُؤْمِنُونَ
Kâlû subhâneke ente veliyyunâ min dûnihim, bel kânû ya’budûnel cinn, ekseruhum bihim mu’minûn.
(Melekler) derler ki: “Seni tenzih ederiz. Bizim dostumuz onlar değil, sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanıyordu.”
فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعًا وَلَا ضَرًّاۜ وَنَقُولُ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّت۪ي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ
Fel yevme lâ yemliku ba’dukum li ba’dın nef’an ve lâ darrâ, ve nekûlu lillezîne zalemû zûkû azâben nârilletî kuntum bihâ tukezzibûn.
Bugün birbirinize ne bir fayda ne de bir zarar vermeye gücünüz yeter. Biz de o zalimlere, “Yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın!” deriz.
وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا رَجُلٌ يُر۪يدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُكُمْۘ وَقَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اِfْكٌ مُfْتَرًىۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlû mâ hâzâ illâ raculun yurîdu en yasuddekum ammâ kâne ya’budu âbâukum, ve kâlû mâ hâzâ illâ ifkun mufterâ, ve kâlellezîne keferû lil hakkı lemmâ câehum in hâzâ illâ sihrun mubîn.
Onlara âyetlerimiz apaçık okunduğu zaman, “Bu, ancak sizi atalarınızın taptıklarından alıkoymak isteyen bir adamdır” dediler. Ve “Bu, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir” dediler. İnkâr edenler, kendilerine hak gelince, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.
وَمَٓا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذ۪يرٍ
Ve mâ âteynâhum min kutubin yedrusûnehâ ve mâ erselnâ ileyhim kableke min nezîr.
Biz onlara, okuyup ders alacakları kitaplar vermedik. Senden önce onlara bir uyarıcı da göndermedik.
وَكَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَٓا اٰتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُل۪ي۠ فَكَيْfَ كَانَ نَك۪يرِ
Ve kezzebellezîne min kablihim ve mâ belegû mi’şâra mâ âteynâhum fe kezzebû rusulî, fe keyfe kâne nekîr.
Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile ulaşamamışlardı. Peygamberlerimi yalanladılar. Benim inkârım (cezalandırmam) nasıl oldu!
قُلْ اِنَّمَٓا اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍۚ اَنْ تَقُومُوا لِلّٰهِ مَثْنٰى وَفُرَادٰى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا۠ مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَد۪يدٍ
Kul innemâ eızukum bi vâhıdeh, en tekûmû lillâhi mesnâ ve furâdâ summe tetefekkerû, mâ bi sâhibikum min cinneh, in huve illâ nezîrun lekum beyne yedey azâbin şedîd.
De ki: “Size tek bir öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın, sonra da düşünün. Arkadaşınızda (Muhammed’de) hiçbir delilik yoktur. O, ancak şiddetli bir azabın öncesinde sizin için bir uyarıcıdır.”
قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
Kul mâ seeltukum min ecrin fe huve lekum, in ecriye illâ alâllâh, ve huve alâ kulli şey’in şehîd.
De ki: “Ben sizden bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. O, her şeye şahittir.”
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَقْذِfُ بِالْحَقِّۚ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
Kul inne rabbî yakzifu bil hakk, allâmul guyûb.
De ki: “Şüphesiz Rabbim, hakkı (bâtılın yerine) koyar. O, gaybları çok iyi bilendir.”
قُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُع۪يدُ
Kul câel hakku ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd.
De ki: “Hak geldi. Bâtıl ise ne (yeni bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de (eskiyi) geri getirebilir.”
قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّمَٓا اَضِلُّ عَلٰى نَفْس۪يۚ وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوح۪ٓي اِلَيَّ رَبّ۪يۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ قَر۪يبٌ
Kul in daleltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve inihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb.
De ki: “Eğer saparsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete erersem, bu da Rabbimin bana vahyetmesi sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, çok yakındır.”
وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَر۪يبٍۙ
Ve lev terâ iz feziû fe lâ fevte ve uhızû min mekânin karîb.
Onların (korkudan) telaşa düştükleri, kaçacak bir yer bulamadıkları ve yakın bir yerden yakalandıkları zaman bir görsen!
وَقَالُٓوا اٰمَنَّا بِه۪ۚ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍۚ
Ve kâlû âmennâ bih, ve ennâ lehumut tenâvuşu min mekânin baîd.
“Ona inandık” derler. Fakat uzak bir yerden (imanı) elde etmek ne mümkün!
وَقَدْ كَفَرُوا بِه۪ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِfُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ
Ve kad keferû bihî min kablu ve yakzifûne bil gaybi min mekânin baîd.
Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.
وَح۪يلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا ف۪ي شَكٍّ مُر۪يبٍ
Ve hîle beynehum ve beyne mâ yeştehûne kemâ fuile bi eşyâihim min kabl, innehum kânû fî şekkin murîb.
Onlarla arzu ettikleri şeyler arasına bir engel konulmuştur. Tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Şüphesiz onlar, derin bir şüphe içindeydiler.