Ahkaf Suresi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
حمٓ
Hâ Mîm.
Hâ, Mîm.
تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm.
Kitab’ın indirilişi, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.
مَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ وَاَجَلٍ مُسَمًّىۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَمَّٓا اُنْذِرُوا مُعْرِضُونَ
Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakkı ve ecelin musemmâ, vellezîne keferû ammâ unzirû mu’ridûn.
Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yarattık. İnkâr edenler ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
قُلْ اَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَرُون۪ي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْاَرْضِ اَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمٰوَاتِۜ ا۪يتُون۪ي بِكِتَابٍ مِنْ قَبْلِ هٰذَٓا اَوْ اَثَارَةٍ مِنْ عِلْمٍ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Kul e raeytum mâ ted’ûne min dûnillâhi erûnî mâzâ halakû minel ardı em lehum şirkun fîs semâvât, îtûnî bi kitâbin min kabli hâzâ ev esâretin min ilmin in kuntum sâdikîn.
De ki: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer doğru söyleyenler iseniz, bana bundan önceki bir kitabı yahut bir bilgi kalıntısını getirin.”
وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَنْ لَا يَسْتَج۪يبُ لَهُٓ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ وَهُمْ عَنْ دُعَٓائِهِمْ غَافِلُونَ
Ve men edallu mimmen yed’û min dûnillâhi men lâ yestecîbu lehu ilâ yevmil kıyâmeti ve hum an duâihim gâfilûn.
Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.
وَاِذَا حُشِرَ النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ اَعْدَٓاءً وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِر۪ينَ
Ve izâ huşiren nâsu kânû lehum a’dâen ve kânû bi ıbâdetihim kâfirîn.
İnsanlar (kıyamet günü) toplandığında, o taptıkları kendilerine düşman kesilirler ve onların ibadetlerini de inkâr ederler.
وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne keferû lil hakkı lemmâ câehum hâzâ sihrun mubîn.
Âyetlerimiz onlara apaçık bir şekilde okunduğu zaman, inkâr edenler, kendilerine gelen hak (Kur’an) için, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.
اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلَا تَمْلِكُونَ ل۪ي مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔاۜ هُوَ اَعْلَمُ بِمَا تُف۪يضُونَ ف۪يهِۜ كَفٰى بِه۪ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
Em yekûlûnefterâh, kul iniftereytuhu fe lâ temlikûne lî minallâhi şey’â, huve a’lemu bimâ tufîdûne fîh, kefâ bihî şehîden beynî ve beynekum, ve huvel gafûrur rahîm.
Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah’tan gelecek olana (cezaya) karşı siz benim için hiçbir şey yapamazsınız. O, sizin, hakkında (düşüncesizce) yaygara kopardığınız şeyi daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
قُلْ مَا كُنْتُ بِدْعًا مِنَ الرُّسُلِ وَمَٓا اَدْر۪ي مَا يُفْعَلُ ب۪ي وَلَا بِكُمْۜ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ وَمَٓا اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
Kul mâ kuntu bid’an miner rusuli ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ bikum, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye ve mâ ene illâ nezîrun mubîn.
De ki: “Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِه۪ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ عَلٰى مِثْلِه۪ فَاٰمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Kul e raeytum in kâne min indillâhi ve kefertum bihî ve şehide şâhidun min benî isrâîle alâ mislihî fe âmene vestekbertum, innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn.
De ki: “Söyleyin bana, eğer o (Kur’an) Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de onun benzerini (Tevrat’ta) görüp de iman etmişken, siz yine de büyüklük taslamışsanız (zalim olmaz mısınız)? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَا سَبَقُونَٓا اِلَيْهِۜ وَاِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِه۪ فَسَيَقُولُونَ هٰذَٓا اِفْكٌ قَد۪يمٌ
Ve kâlellezîne keferû lillezîne âmenû lev kâne hayran mâ sebekûnâ ileyh, ve iz lem yehtedû bihî fe seyekûlûne hâzâ ifkun kadîm.
İnkâr edenler, iman edenler için, “Eğer o (din) hayırlı bir şey olsaydı, (bu fakirler) ona inanmada bizi geçemezlerdi” dediler. Onunla doğru yola girmedikleri için de, “Bu eski bir yalandır” diyeceklerdir.
وَمِنْ قَبْلِه۪ كِتَابُ مُوسٰٓى اِمَامًا وَرَحْمَةًۜ وَهٰذَا كِتَابٌ مُصَدِّقٌ لِسَانًا عَرَبِيًّا لِيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا وَبُشْرٰى لِلْمُحْسِن۪ينَ
Ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh, ve hâzâ kitâbun musaddikun lisânen arabiyyen li yunzirellezîne zalemû ve buşrâ lil muhsinîn.
Ondan önce de bir rahmet ve bir rehber olarak Mûsâ’nın kitabı vardı. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara bir müjde olmak üzere, Arapça bir dille (öncekileri) doğrulayan bir kitaptır.
اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ
İnnellezîne kâlû rabbunallâhu summestekâmû fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.
“Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara gelince, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ulâike ashâbul cenneti hâlidîne fîhâ, cezâen bimâ kânû ya’melûn.
Onlar, yapmakta olduklarına karşılık, içinde ebedi kalacakları cennetin yoldaşlarıdır.
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًاۜ وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلٰثُونَ شَهْرًاۜ حَتّٰىٓ اِذَا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَبَلَغَ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۙ قَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَصْلِحْ ل۪ي ف۪ي ذُرِّيَّت۪يۚ اِنّ۪ي تُبْتُ اِلَيْكَ وَاِنّ۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ
Ve vassaynel insâne bi vâlideyhi ihsânâ, hamelethu ummuhu kurhen ve vadaathu kurhâ, ve hamluhu ve fisâluhu selâsûne şehrâ, hattâ izâ belega eşuddehu ve belega erbaîne seneten kâle rabbi evzi’nî en eşkure ni’metekelletî en’amte aleyye ve alâ vâlideyye ve en a’mele sâlihan terdâhu ve aslih lî fî zurriyyetî, innî tubtu ileyke ve innî minel muslimîn.
Biz insana, anne babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun (ana karnında) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca der ki: “Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın sâlih ameller işlememi bana ilham et. Soyumu da benim için sâlih kıl. Şüphesiz ben sana döndüm ve ben Müslümanlardanım.”
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجَاوَزُ عَنْ سَيِّـَٔاتِهِمْ ف۪ٓي اَصْحَابِ الْجَنَّةِۜ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذ۪ي كَانُوا يُوعَدُونَ
Ulâikellezîne netekabbelu anhum ahsene mâ amilû ve netecâvezu an seyyiâtihim fî ashâbil cenneh, va’des sıdkıllezî kânû yûadûn.
İşte bunlar, yaptıklarının en güzelini kabul ettiğimiz ve günahlarını bağışladığımız, cennet ehli arasındaki kimselerdir. Bu, onlara vaat edilmiş olan doğru bir vaattir.
وَالَّذ۪ي قَالَ لِوَالِدَيْهِ اُفٍّ لَكُمَٓا اَتَعِدَانِن۪ٓي اَنْ اُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتِ الْقُرُونُ مِنْ قَبْل۪ي وَهُمَا يَسْتَغ۪يثَانِ اللّٰهَ وَيْلَكَ اٰمِنْ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّۚ فَيَقُولُ مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ
Vellezî kâle li vâlideyhi uffin lekumâ e teidâninî en uhrace ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke âmin inne va’dallâhi hakk, fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn.
Anne babasına, “Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni tekrar diriltileceğimle mi tehdit ediyorsunuz?” diyen kimseye gelince; anne babası Allah’a sığınarak, “Yazıklar olsun sana! İman et. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir” derler. O ise, “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” der.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ
Ulâikellezîne hakka aleyhimul kavlu fî umemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins, innehum kânû hâsirîn.
İşte bunlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içinde, haklarında (azap) sözü gerçekleşmiş olanlardır. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlardı.
وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۚ وَلِيُوَفِّيَهُمْ اَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Ve li kullin derecâtun mimmâ amilû, ve li yuveffiyehum a’mâlehum ve hum lâ yuzlemûn.
Herkesin, yaptıklarına göre dereceleri vardır. (Bu,) onlara amellerinin karşılığını tastamam vermesi içindir. Onlara haksızlık edilmez.
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ف۪ي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَاۚ فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ
Ve yevme yu’radullezîne keferû alen nâr(i), ezhebtum tayyibâtikum fî hayâtikumud dunyâ vestemta’tum bihâ, fel yevme tuczevne azâbel hûni bimâ kuntum testekbirûne fîl ardı bi gayril hakkı ve bimâ kuntum tefsukûn.
İnkâr edenler ateşe sunuldukları gün (onlara şöyle denir): “Dünya hayatınızda bütün güzelliklerinizi harcadınız ve onların zevkini sürdünüz. Bugün ise, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı, alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.”
وَاذْكُرْ اَخَا عَادٍۜ اِذْ اَنْذَرَ قَوْمَهُ بِالْاَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ٓ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ
Vezkur ahâ âd, iz enzere kavmehu bil ahkâfi ve kad haletin nuzuru min beyni yedeyhi ve min halfihî ellâ ta’budû illallâh, innî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm.
Âd’ın kardeşini (Hûd’u) an. Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. Ondan önce ve sonra da uyarıcılar gelip geçmişti. (O şöyle demişti:) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.”
قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِتَأْfِكَنَا عَنْ اٰلِهَتِنَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Kâlû e ci’tenâ li te’fikenâ an âlihetinâ, fe’tinâ bi mâ teidunâ in kunte mines sâdikîn.
Dediler ki: “Sen bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi getir.”
قَالَ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۘ وَاُبَلِّغُكُمْ مَٓا اُرْسِلْتُ بِه۪ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ
Kâle innemel ilmu indallâh(i), ve ubelligukum mâ ursiltu bihî ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn.
Dedi ki: “O bilgi ancak Allah katındadır. Ben size, kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi, cahillik eden bir toplum olarak görüyorum.”
فَلَمَّا رَاَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ اَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هٰذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَاۜ بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِه۪ۜ ر۪يحٌ ف۪يهَا عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ
Fe lemmâ raevhu ârıdan mustakbile evdiyetihim kâlû hâzâ ârıdun mumtırunâ, bel huve mest’aceltum bih, rîhun fîhâ azâbun elîm.
Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut olarak gördüklerinde, “Bu bize yağmur getiren bir buluttur” dediler. (Hûd ise) “Hayır! O, acele istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu bir azap bulunan bir rüzgârdır” dedi.
تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِاَمْرِ رَبِّهَا فَاَصْبَحُوا لَا يُرٰٓى اِلَّا مَسَاكِنُهُمْۜ كَذٰلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِم۪ينَ
Tudemmiru kulle şey’in bi emri rabbihâ fe asbehû lâ yurâ illâ mesâkinuhum, kezâlike neczîl kavmel mucrimîn.
O rüzgâr, Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder. Derken, evlerinden başka hiçbir şey görünmez hale geldiler. İşte biz, suçlu toplumu böyle cezalandırırız.
وَلَقَدْ مَكَّنَّاهُمْ ف۪يمَٓا اِنْ مَكَّنَّاكُمْ ف۪يهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا وَاَبْصَارًا وَاَفْـِٔدَةًۘ فَمَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَٓا اَبْصَارُهُمْ وَلَٓا اَفْـِٔدَتُهُمْ مِنْ شَيْءٍ اِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
Ve lekad mekkennâhum fîmâ in mekkennâkum fîhi ve cealnâ lehum sem’an ve ebsâran ve ef’ideten fe mâ agnâ anhum sem’uhum ve lâ ebsâruhum ve lâ ef’idetuhum min şey’in iz kânû yechadûne bi âyâtillâhi ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn.
Andolsun, biz onlara, size vermediğimiz imkânları vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için, ne kulakları, ne gözleri, ne de kalpleri onlara bir fayda sağladı. Alay edip durdukları şey, onları kuşatıverdi.
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا مَا حَوْلَكُمْ مِنَ الْقُرٰى وَصَرَّفْنَا الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve lekad ehleknâ mâ havlekum minel kurâ ve sarrafnel âyâti leallehum yerciûn.
Andolsun, biz çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. (Doğru yola) dönsünler diye âyetleri tekrar tekrar açıkladık.
فَلَوْلَا نَصَرَهُمُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ قُرْبَانًا اٰلِهَةًۜ بَلْ ضَلُّوا عَنْهُمْۚ وَذٰلِكَ اِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Fe levlâ nasarahumullezînettehazû min dûnillâhi kurbânen âliheh, bel dallû anhum, ve zâlike ifkuhum ve mâ kânû yefterûn.
Allah’ı bırakıp, O’na yakınlık sağlamak için edindikleri ilahlar onlara yardım etseydi ya! Aksine, onları yüzüstü bırakarak kayboldular. Bu, onların yalanı ve uydurmakta oldukları şeydir.
وَاِذْ صَرَفْنَٓا اِلَيْكَ نَفَرًا مِنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْاٰنَۚ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُٓوا اَنْصِتُواۚ فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا اِلٰى قَوْمِهِمْ مُنْذِر۪ينَ
Ve iz sarafnâ ileyke neferan minel cinni yestemiûnel kur’ân, fe lemmâ hadarûhu kâlû ensıtû, fe lemmâ kudıye vellev ilâ kavmihim munzirîn.
Hani Kur’an’ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzuruna gelince birbirlerine, “Susun!” dediler. Kur’an’ın okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
قَالُوا يَا قَوْمَنَٓا اِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا اُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰى مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْد۪ٓي اِلَى الْحَقِّ وَاِلٰى طَر۪يقٍ مُسْتَق۪يمٍ
Kâlû yâ kavmenâ innâ semi’nâ kitâben unzile min ba’di mûsâ musaddikan limâ beyne yedeyhi yehdî ilel hakkı ve ilâ tarîkın mustekîm.
Dediler ki: “Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.”
يَا قَوْمَنَٓا اَج۪يبُوا دَاعِيَ اللّٰهِ وَاٰمِنُوا بِه۪ يَغْfِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ
Yâ kavmenâ ecîbû dâiyallâhi ve âminû bihî yagfir lekum min zunûbikum ve yucirkum min azâbin elîm.
“Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na iman edin ki, (Allah) günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kurtarsın.”
وَمَنْ لَا يُجِبْ دَاعِيَ اللّٰهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِي الْاَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءُۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn.
“Kim Allah’ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakacak değildir. Onun, Allah’tan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَمْ يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتٰىۜ بَلٰىٓ اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
E ve lem yerev ennallâhellezî halakas semâvâti vel arda ve lem ya’ye bi halkıhinne bi kâdirin alâ en yuhyiyel mevtâ, belâ innehu alâ kulli şey’in kadîr.
Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet! Şüphesiz O, her şeye kadirdir.
وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
Ve yevme yu’radullezîne keferû alen nâr(i), e leyse hâzâ bil hakk, kâlû belâ ve rabbinâ, kâle fe zûkûl azâbe bimâ kuntum tekfurûn.
İnkâr edenler ateşe sunuldukları gün (onlara), “Bu gerçek değil miymiş?” denir. Onlar, “Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş” derler. (Allah da) “Öyle ise inkâr etmekte olduğunuzdan dolayı azabı tadın!” der.
فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ اُو۬لُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْۜ كَاَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَۙ لَمْ يَلْبَثُٓوا اِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍۜ بَلَاغٌۚ فَهَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ
Fasbir kemâ sabera ulûl azmi miner rusuli ve lâ testa’cil lehum, ke ennehum yevme yerevne mâ yûadûne lem yelbesû illâ sâaten min nehâr, belâg(un), fe hel yuhleku illel kavmul fâsikûn.
O halde, azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar için acele etme. Onlar, tehdit edildikleri şeyi gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün bir saatinden başka kalmamış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Artık fâsıklar topluluğundan başkası helak edilir mi?