Taha Suresi (Ayet Ayet) – Tasavvuf Yolu

Taha Suresi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

1

طٰهٰ

Tâ Hâ.

Tâ-Hâ.

2

مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ

Mâ enzelnâ aleykel kur’âne li teşqâ.

Biz, Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.

3

اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ

İllâ tezkireten limen yahşâ.

Ancak (Allah’tan) korkan kimse için bir öğüt olarak (indirdik).

4

تَنْز۪يلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰى

Tenzîlen mimmen halakal arda ves semâvâtil ulâ.

Yeri ve yüce gökleri yaratan tarafından bir indirilişle (indirilmiştir).

5

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى

Er rahmânu alel arşistevâ.

Rahmân, Arş’a istivâ etmiştir (hükümranlığı altına almıştır).

6

لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى

Lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı ve mâ beynehumâ ve mâ tahtes serâ.

Göklerde, yerde, bu ikisi arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O’nundur.

7

وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى

Ve in techer bil kavli fe innehu ya’lemus sırra ve ahfâ.

Sözü açığa vursan da (gizlesen de birdir). Çünkü O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir.

8

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى

Allâhu lâ ilâhe illâ huve, lehul esmâul husnâ.

Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. En güzel isimler O’nundur.

9

وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰى

Ve hel etâke hadîsu mûsâ.

Musa’nın haberi sana geldi mi?

10

اِذْ رَاٰ نَارًا فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّARِ هُدًى

İz raâ nâren fe kâle li ehlihimkusû innî ânestu nâren leallî âtîkum minhâ bi kabesin ev ecidu alen nâri hudâ.

Hani o bir ateş görmüştü de, ailesine “Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm. Umarım ondan size bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösterici bulurum” demişti.

11

فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ يَا مُوسٰى

Fe lemmâ etâhâ nûdiye yâ mûsâ.

Oraya vardığında kendisine, “Ey Musa!” diye seslenildi.

12

اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

İnnî ene rabbuke fahla’ na’leyk(e), inneke bil vâdil mukaddesi tuvâ.

“Şüphesiz ben senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın.”

13

وَاَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحٰى

Ve enahtertuke festemi’ limâ yûhâ.

“Ve ben seni seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.”

14

اِنَّن۪ٓي اَنَا اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدْن۪يۙ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْر۪ي

İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımıs salâte li zikrî.

“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.”

15

اِنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ اَكَادُ اُخْف۪يهَا لِتُجْزٰى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعٰى

İnnes sâate âtiyetun ekâdu uhfîhâ li tuczâ kullu nefsin bimâ tes’â.

“Kıyamet mutlaka gelecektir. Herkesin çabasının karşılığını alması için, onun vaktini neredeyse gizli tutuyorum.”

16

فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ فَتَرْدٰى

Fe lâ yasuddenneke anhâ men lâ yu’minu bihâ vettebea hevâhu fe terdâ.

“Ona inanmayıp, kendi hevasına uyan kimse sakın seni ondan (kıyamete inanmaktan) alıkoymasın, sonra helâk olursun.”

17

وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى

Ve mâ tilke bi yemînike yâ mûsâ.

“Şu sağ elindeki nedir, ey Musa?”

18

قَالَ هِيَ عَصَايَۚ اَتَوَكَّؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى

Kâle hiye asâye, etevekkeu aleyhâ ve ehuşşu bihâ alâ ganemî ve liye fîhâ meâribu uhrâ.

Dedi ki: “O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda başka işlerim de vardır.”

19

قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى

Kâle elkıhâ yâ mûsâ.

Buyurdu ki: “Onu at, ey Musa!”

20

فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى

Fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetun tes’â.

O da onu attı, bir de ne görsün, o, hızla sürünen bir yılan olmuş!

21

قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ سَنُع۪يدُهَا س۪يرَتَهَا الْاُو۫لٰى

Kâle huzhâ ve lâ tehaf, se nuîduhâ sîretehel ûlâ.

Buyurdu ki: “Onu al ve korkma. Biz onu tekrar eski haline döndüreceğiz.”

22

وَاضْمُمْ يَدَكَ اِلٰى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ اٰيَةً اُخْرٰىۙ

Vadmum yedeke ilâ cenâhike tahruc beydâe min gayri sûin âyeten uhrâ.

“Elini koltuğunun altına sok, bir hastalık olmadan, bembeyaz bir halde çıksın. Bu da bir başka mucizedir.”

23

لِنُرِيَكَ مِنْ اٰيَاتِنَا الْكُبْرٰى

Li nuriyeke min âyâtinel kubrâ.

“Sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstermek için.”

24

اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى

İzheb ilâ fir’avne innehu tagâ.

“Firavun’a git, çünkü o gerçekten azdı.”

25

قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ

Kâle rabbişrah lî sadrî.

Dedi ki: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver.”

26

وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ

Ve yessir lî emrî.

“İşimi bana kolaylaştır.”

27

وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ

Vahlul ukdeten min lisânî.

“Dilimdeki bağı çöz.”

28

يَفْقَهُوا قَوْل۪ي

Yefkahû kavlî.

“Ki sözümü anlasınlar.”

29

وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يرًا مِنْ اَهْل۪يۙ

Vec’al lî vezîren min ehlî.

“Ailemden bana bir yardımcı ver.”

30

هٰرُونَ اَخِي

Hârûne ahî.

“Kardeşim Harun’u.”

31

اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ

Uşdud bihî ezrî.

“Onunla gücümü artır.”

32

وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ

Ve eşrikhu fî emrî.

“Ve onu görevime ortak et.”

33

كَيْ نُسَبِّحَكَ كَث۪يرًاۙ

Key nusebbihake kesîrâ.

“Ki seni çokça tesbih edelim.”

34

وَنَذْكُرَكَ كَث۪يرًا

Ve nezkureke kesîrâ.

“Ve seni çokça analım.”

35

اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَص۪يرًا

İnneke kunte binâ basîrâ.

“Şüphesiz sen bizi hakkıyla görmektesin.”

36

قَالَ قَدْ اُو۫ت۪يتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسٰى

Kâle kad ûtîte su’leke yâ mûsâ.

Buyurdu ki: “İstediğin sana verildi, ey Musa!”

37

وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً اُخْرٰىۙ

Ve lekad menennâ aleyke merreten uhrâ.

“Andolsun, biz sana bir kez daha lütufta bulunmuştuk.”

38

اِذْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّكَ مَا يُوحٰىۙ

İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.

“Hani annene vahyedilecek şeyi vahyetmiştik:”

39

اَنِ اقْذِف۪يهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِف۪يهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ ل۪ي وَعَدُوٌّ لَهُۜ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّ۪ي وَلِتُصْنَعَ عَلٰى عَيْن۪يۢ

Enıkzifîhi fît tâbûti fakzifîhi fîl yemmi fel yulkıhil yemmu bis sâhili ye’huzhu aduvvun lî ve aduvvun leh(u), ve elkaytu aleyke mehabbeten minnî ve li tusnea alâ aynî.

“Onu (Musa’yı) bir sandığa koy, sonra onu nehre (Nil’e) bırak. Nehir onu sahile atsın da, benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri onu alsın.” Ve (insanlar tarafından) sevilmen ve gözetimim altında yetiştirilmen için sana tarafımdan bir sevgi verdim.

40

اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُ۠ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ۬ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا

İz temşî uhtuke fe tekûlu hel edullukum alâ men yekfuluh(u), fe raca’nâke ilâ ummike key tekarre aynuhâ ve lâ tahzen(e), ve katelte nefsen fe necceynâke minel gammi ve fetennâke futûnâ.

“Hani kız kardeşin (firavunun sarayına) gidip, ‘Ona bakacak birini size göstereyim mi?’ diyordu. Böylece, gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni tekrar annene kavuşturduk. Ve sen birini öldürmüştün de, biz seni o sıkıntıdan kurtarmış ve seni çeşitli imtihanlardan geçirmiştik.”

41

وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪ي

Vastana’tuke li nefsî.

“Ve seni kendim için (peygamber olarak) yetiştirdim.”

42

اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪ي

İzheb ente ve ahûke bi âyâtî ve lâ teniyâ fî zikrî.

“Sen ve kardeşin mucizelerimle gidin ve beni anmakta gevşeklik göstermeyin.”

43

اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ

İzhebâ ilâ fir’avne innehu tagâ.

“Firavun’a gidin, çünkü o gerçekten azdı.”

44

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى

Fe kûlâ lehu kavlen leyyinen leallehu yetezekkeru ev yahşâ.

“Ona yumuşak bir dille konuşun. Belki öğüt alır veya korkar.”

45

قَالَا رَبَّنَٓا اِنَّنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى

Kâlâ rabbenâ innenâ nehâfu en yefruta aleynâ ev en yatgâ.

Dediler ki: “Rabbimiz! Doğrusu, onun bize karşı aşırı gitmesinden veya azgınlığını artırmasından korkuyoruz.”

46

قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى

Kâle lâ tehâfâ innenî meakumâ esmeu ve erâ.

Buyurdu ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.”

47

فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ۠ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Fe’tiyâhu fe kûlâ innâ resûlâ rabbike fe ersil meanâ benî isrâîle ve lâ tuazzibhum, kad ci’nâke bi âyetin min rabbik(e), ves selâmu alâ menittebeal hudâ.

“Ona gidin ve deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder ve onlara azap etme. Biz sana Rabbinden bir mucize getirdik. Selam, hidayete uyanların üzerine olsun.'”

48

اِنَّا قَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى

İnnâ kad ûhıye ileynâ ennel azâbe alâ men kezzebe ve tevellâ.

“Bize vahyolundu ki, azap, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üzerine olacaktır.”

49

قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى

Kâle fe men rabbukumâ yâ mûsâ.

(Firavun) dedi ki: “Sizin Rabbiniz kimdir, ey Musa?”

50

قَالَ رَبُّنَا الَّذ۪ٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى

Kâle rabbunellezî a’tâ kulle şey’in halkahu summe hedâ.

Dedi ki: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (şeklini) veren, sonra da ona yolunu gösterendir.”

51

قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُو۫لٰى

Kâle fe mâ bâlul kurûnil ûlâ.

Dedi ki: “Peki, önceki nesillerin durumu ne olacak?”

52

قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ

Kâle ilmuhâ inde rabbî fî kitâb(in), lâ yadıllu rabbî ve lâ yensâ.

Dedi ki: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim ne yanılır, ne de unutur.”

53

اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى

Ellezî ceale lekumul arda mehden ve seleke lekum fîhâ subulen ve enzele mines semâi mâen, fe ahracnâ bihî ezvâcen min nebâtin şettâ.

“O ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı, orada sizin için yollar açtı ve gökten su indirdi. Biz o suyla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.”

54

كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى

Kulû ver’av en’âmekum, inne fî zâlike le âyâtin li ulin nuhâ.

“Hem yiyin, hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için nice deliller vardır.”

55

مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى

Minhâ halaknâkum ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târaten uhrâ.

“Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.”

56

وَلَقَدْ اَرَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَاَبٰى

Ve lekad ereynâhu âyâtinâ kullehâ fe kezzebe ve ebâ.

“Andolsun biz ona (Firavun’a) bütün mucizelerimizi gösterdik, fakat o yalanladı ve direndi.”

57

قَالَ اَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ اَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسٰى

Kâle e ci’tenâ li tuhricenâ min ardınâ bi sıhrike yâ mûsâ.

Dedi ki: “Büyünle bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin, ey Musa?”

58

فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِه۪ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَٓا اَنْتَ مَكَانًا سُوًى

Fe le ne’tiyenneke bi sıhrin mislihî fec’al beynenâ ve beyneke mev’iden lâ nuhlifuhu nahnu ve lâ ente mekânen suvâ.

“Öyleyse, biz de sana mutlaka onun gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, bizimle senin aranda, ne bizim ne de senin caymayacağımız, uygun bir yerde bir buluşma vakti belirle.”

59

قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزّ۪ينَةِ وَاَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى

Kâle mev’ıdukum yevmuz zîneti ve en yuhşeran nâsu duhâ.

Dedi ki: “Buluşma vaktimiz, bayram günü ve insanların kuşluk vaktinde toplanacağı zamandır.”

60

فَتَوَلّٰى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ اَتٰى

Fe tevellâ fir’avnu fe cemea keydehu summe etâ.

Bunun üzerine Firavun geri döndü, bütün hilelerini topladı, sonra geldi.

61

قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍۚ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى

Kâle lehum mûsâ veylekum lâ tefterû alâllâhi keziben fe yushitekum bi azâb(in), ve kad hâbe menifterâ.

Musa onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size! Allah’a karşı yalan uydurmayın, sonra bir azapla kökünüzü kurutur. Andolsun, kim iftira ederse hüsrana uğramıştır.”

62

فَتَنَازَعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ وَاَسَرُّوا النَّجْوٰى

Fe tenâzeû emrehum beynehum ve eserrûn necvâ.

Bunun üzerine onlar, işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli gizli fısıldaştılar.

63

قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُر۪يدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَر۪يقَتِكُمُ الْمُثْلٰى

Kâlû in hâzâni le sâhırâni yurîdâni en yuhricâkum min ardıkum bi sıhrihimâ ve yezhebâ bi tarîkatikumul muslâ.

Dediler ki: “Bu ikisi, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve en ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdan başkası değildir.”

64

فَاَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّاۚ وَقَدْ اَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلٰى

Fe ecmiû keydekum summe’tû saffâ, ve kad eflehal yevme menista’lâ.

“O halde, bütün hilelerinizi bir araya getirin, sonra da saf halinde gelin. Bugün üstün gelen, muhakkak başarıya ulaşacaktır.”

65

قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَلْقٰى

Kâlû yâ mûsâ immâ en tulkıye ve immâ en nekûne evvele men elkâ.

Dediler ki: “Ey Musa! Ya sen at, ya da ilk atan biz olalım.”

66

قَالَ بَلْ اَلْقُواۚ فَاِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ اِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ اَنَّهَا تَسْعٰى

Kâle bel elkû, fe izâ hibâluhum ve ısıyyuhum yuhayyelu ileyhi min sıhrihim ennehâ tes’â.

Dedi ki: “Hayır, siz atın.” Bir de baktı ki, onların ipleri ve değnekleri, büyüleri sayesinde kendisine gerçekten koşuyormuş gibi görünüyor.

67

فَاَوْجَسَ ف۪ي نَفْسِه۪ خ۪يفَةً مُوسٰى

Fe evcese fî nefsihî hîfeten mûsâ.

Bunun üzerine Musa, içinde bir korku hissetti.

68

قُلْنَا لَا تَخَفْ اِنَّكَ اَنْتَ الْاَعْلٰى

Kulnâ lâ tehaf inneke entel a’lâ.

Dedik ki: “Korkma, çünkü üstün gelecek olan kesinlikle sensin.”

69

وَاَلْقِ مَا ف۪ي يَم۪ينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُواۜ اِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍۜ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ اَتٰى

Ve elkı mâ fî yemînike telkaf mâ sanaû, innemâ sanaû keydu sâhır(in), ve lâ yuflihus sâhıru haysu etâ.

“Sağ elindekini at, onların yaptıklarını yutuversin. Çünkü onların yaptıkları ancak bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise, nerede olursa olsun başarıya ulaşamaz.”

70

فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى

Fe ulkıyes seharatu succeden kâlû âmennâ bi rabbi hârûne ve mûsâ.

Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar ve “Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik” dediler.

71

قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۜ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّنَٓا اَشَدُّ عَذَابًا وَاَبْقٰى

Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum, innehu le kebîrukumullezî allemekumus sihr(a), fe le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin ve le usallibennekum fî cuzûın nahli ve le ta’lemunne eyyunâ eşeddu azâben ve ebkâ.

(Firavun) dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha! Şüphesiz o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz.”

72

قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلٰى مَا جَٓاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذ۪ي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَٓا اَنْتَ قَاضٍۜ اِنَّمَا تَقْض۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا

Kâlû len nu’sirake alâ mâ câenâ minel beyyinâti vellezî fetaranâ fakdı mâ ente kâd(in), innemâ takdî hâzihil hayâted dunyâ.

Dediler ki: “Bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana karşı, seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık vereceğin hükmü ver. Sen, ancak bu dünya hayatında hükmedersin.”

73

اِنَّٓا اٰمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَٓا اَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِۜ وَاللّٰهُ خَيْرٌ وَاَبْقٰى

İnnâ âmennâ bi rabbinâ li yagfire lenâ hatâyânâ ve mâ ekrehtenâ aleyhi mines sihr(i), vallâhu hayrun ve ebkâ.

“Biz, hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, daha hayırlı ve (mükafatı) daha kalıcıdır.”

74

اِنَّهُ مَنْ يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَاِنَّ لَهُ جَهَنَّمَۜ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰى

İnnehu men ye’ti rabbehu mucrimen fe inne lehu cehennem(e), lâ yemûtu fîhâ ve lâ yahyâ.

“Kim Rabbine bir suçlu olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar.”

75

وَمَنْ يَأْتِه۪ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلٰىۙ

Ve men ye’tihî mu’minen kad amiles sâlihâti fe ulâike lehumud deracâtul ulâ.

“Kim de O’na, sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.”

76

جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزَٓاءُ مَنْ تَزَكّٰى

Cennâtu adnin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, ve zâlike cezâu men tezekkâ.

“Altından ırmaklar akan, içinde ebediyen kalacakları Adn cennetleri. İşte bu, arınanların mükafatıdır.”

77

وَلَقَدْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَر۪يقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًاۙ لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشٰى

Ve lekad evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi ıbâdî fadrib lehum tarîkan fîl bahri yebesâ(n), lâ tehâfu dereken ve lâ tahşâ.

“Andolsun, Musa’ya vahyettik ki: ‘Kullarımı geceleyin yola çıkar, onlar için denizde kuru bir yol aç; yetişilmekten korkma ve (boğulmaktan) endişe etme.'”

78

فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِه۪ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْۜ

Fe etbeahum fir’avnu bi cunûdihî fe gaşiyehum minel yemmi mâ gaşiyehum.

“Firavun ordularıyla onların peşine düştü. Denizden onları kaplayan (felaket) kaplayıverdi.”

79

وَاَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدٰى

Ve edalle fir’avnu kavmehu ve mâ hedâ.

“Firavun, kavmini saptırdı ve doğru yola iletmedi.”

80

يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ قَدْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ عَدُوِّكُمْ وَوٰعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْاَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى

Yâ benî isrâîle kad enceynâkum min aduvvikum ve vâadnâkum cânibet tûril eymene ve nezzelnâ aleykumul menne ves selvâ.

Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık, Tûr’un sağ tarafında size söz verdik ve üzerinize kudret helvası ile bıldırcın indirdik.

81

كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا ف۪يهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَب۪يۚ وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَب۪ي فَقَدْ هَوٰى

Kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve lâ tatgav fîhi fe yahılle aleykum gadabî, ve men yahlil aleyhi gadabî fe kad hevâ.

“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin ve bu konuda aşırı gitmeyin, yoksa gazabım üzerinize iner. Gazabım kimin üzerine inerse, o muhakkak helak olmuştur.”

82

وَاِنّ۪ي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى

Ve innî le gaffârun limen tâbe ve âmene ve amile sâlihan summehtedâ.

“Şüphesiz ben, tövbe eden, iman eden, sâlih amel işleyen, sonra da doğru yolda sebat gösteren kimseyi elbette bağışlarım.”

83

وَمَٓا اَعْجَلَكَ عَنْ قَوْمِكَ يَا مُوسٰى

Ve mâ a’celeke an kavmike yâ mûsâ.

“Seni kavminden (ayırıp) aceleyle (gelmeye) sevkeden nedir, ey Musa?”

84

قَالَ هُمْ اُو۬لَٓاءِ عَلٰٓى اَثَر۪ي وَعَجِلْتُ اِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضٰى

Kâle hum ulâi alâ eserî ve aciltu ileyke rabbi li terdâ.

Dedi ki: “Onlar benim izimdeler. Rabbim! Razı olasın diye sana acele ettim.”

85

قَالَ فَاِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ بَعْدِكَ وَاَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ

Kâle fe innâ kad fetennâ kavmeke min ba’dike ve edallehumus sâmiriyy.

Buyurdu ki: “Biz, senden sonra kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları saptırdı.”

86

فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًاۜ اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي

Fe racea mûsâ ilâ kavmihî gadbâne esifâ, kâle yâ kavmi elem yaıdkum rabbukum va’den hasenâ, e fe tâle aleykumul ahdu em eradtum en yehılle aleykum gadabun min rabbikum fe ahleftum mev’ıdî.

Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzgün bir halde kavmine döndü. Dedi ki: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Üzerinden uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana verdiğiniz sözden döndünüz?”

87

قَالُوا مَٓا اَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلٰكِنَّا حُمِّلْنَٓا اَوْزَارًا مِنْ ز۪ينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذٰلِكَ اَلْقَى السَّامِرِيُّۙ

Kâlû mâ ahlefnâ mev’ıdeke bi melkinâ ve lâkinnâ hummilnâ evzâren min zînetil kavmi fe kazefnâhâ fe kezâlike elkas sâmiriyy.

Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendi irademizle dönmedik. Fakat o kavmin (Mısırlıların) süs eşyalarından birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Onları ateşe attık, Sâmirî de böylece attı.”

88

فَاَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هٰذَٓا اِلٰهُكُمْ وَاِلٰهُ مُوسٰى فَنَسِيَ

Fe ahrace lehum ıclen ceseden lehu huvârun fe kâlû hâzâ ilâhukum ve ilâhu mûsâ fe nesiy.

Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Dediler ki: “Bu, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahıdır. Fakat o unuttu.”

89

اَفَلَا يَرَوْنَ اَلَّا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًاۙ وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا۟

E fe lâ yerevne ellâ yerciu ileyhim kavlen ve lâ yemliku lehum darran ve lâ nef’â.

Görmüyorlar mıydı ki, o (buzağı) onlara ne bir sözle karşılık verebiliyor, ne de onlara bir zarar veya bir fayda sağlamaya gücü yetiyordu?

90

وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هٰرُونُ مِنْ قَبْلُ يَا قَوْمِ اِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِه۪ۚ وَاِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمٰنُ فَاتَّبِعُون۪ي وَاَط۪يعُٓوا اَمْر۪ي

Ve lekad kâle lehum hârûnu min kablu yâ kavmi innemâ futintum bih, ve inne rabbekumur rahmânu fettebiûnî ve etîû emrî.

Andolsun, Harun onlara daha önce, “Ey kavmim! Siz bununla ancak imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz şüphesiz Rahmân’dır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti.

91

قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِف۪ينَ حَتّٰى يَرْجِعَ اِلَيْنَا مُوسٰى

Kâlû len nebraha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ.

Dediler ki: “Musa bize dönünceye kadar, ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.”

92

قَالَ يَا هٰرُونُ مَا مَنَعَكَ اِذْ رَاَيْتَهُمْ ضَلُّٓواۙ

Kâle yâ hârûnu mâ meneake iz raeytehum dallû.

(Musa) dedi ki: “Ey Harun! Onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu?”

93

اَلَّا تَتَّبِعَنِۜ اَفَعَصَيْتَ اَمْر۪ي

Ellâ tettebian, e fe asayte emrî.

“Ki bana uymadın? Emrime karşı mı geldin?”

94

قَالَ يَا بْنَؤُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَت۪ي وَلَا بِرَأْس۪يۚ اِنّ۪ي خَش۪يتُ اَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْل۪ي

Kâle yebneumme lâ te’huz bi lihyetî ve lâ bi re’sî, innî haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle ve lem terkub kavlî.

Dedi ki: “Ey anamın oğlu! Sakalımdan ve başımdan tutma. Ben, ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın ve sözüme uymadın’ demenden korktum.”

95

قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ

Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriyy.

(Musa) dedi ki: “Peki senin amacın neydi, ey Sâmirî?”

96

قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِه۪ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ اَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي

Kâle basurtu bi mâ lem yabsurû bihî fe kabadtu kabdaten min esirir resûli fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.

Dedi ki: “Ben onların görmedikleri bir şeyi gördüm. Elçinin (Cebrail’in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Nefsim bana bunu böyle hoş gösterdi.”

97

قَالَ فَاذْهَبْ فَاِنَّ لَكَ فِي الْحَيٰوةِ اَنْ تَقُولَ لَا مِسَاسَۖ وَاِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَنْ تُخْلَفَهُۚ وَانْظُرْ اِلٰٓى اِلٰهِكَ الَّذ۪ي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًاۜ لَنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنْسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا

Kâle fezheb fe inne leke fîl hayâti en tekûle lâ misâs(e), ve inne leke mev’ıden len tuhlefeh(u), vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifâ(n), le nuharrikannehu summe le nensifennehu fîl yemmi nesfâ.

(Musa) dedi ki: “Defol! Artık hayatın boyunca senin cezan ‘Bana dokunmayın!’ demektir. Ve senin için asla kaçamayacağın bir ceza günü daha var. Şimdi tapınıp durduğun ilahına bak! Onu mutlaka yakacağız, sonra da küllerini denize savuracağız.”

98

اِنَّمَٓا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا

İnnemâ ilâhukumullâhullezî lâ ilâhe illâ hû, vesia kulle şey’in ilmâ.

“Sizin ilahınız, ancak kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”

99

كَذٰلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ مَا قَدْ سَبَقَۚ وَقَدْ اٰتَيْنَاكَ مِنْ لَدُنَّا ذِكْرًا

Kezâlike nakussu aleyke min enbâi mâ kad sebak, ve kad âteynâke min ledunnâ zikrâ.

İşte böylece, sana geçmişin haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz. Andolsun ki, sana katımızdan bir zikir (Kur’an) verdik.

100

مَنْ اَعْرَضَ عَنْهُ فَاِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وِزْرًاۙ

Men a’rada anhu fe innehu yahmilu yevmel kıyâmeti vizrâ.

Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet gününde ağır bir günah yükü yüklenecektir.

101

خَالِد۪ينَ ف۪يهِۜ وَسَٓاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ حِمْلًاۙ

Hâlidîne fîh(i), ve sâe lehum yevmel kıyâmeti hımlâ.

O (azabın) içinde ebediyen kalacaklardır. Kıyamet gününde bu, onlar için ne kötü bir yüktür!

102

يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِم۪ينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًاۚ

Yevme yunfehu fîs sûri ve nahşurul mucrimîne yevmeizin zurkâ.

O gün Sûr’a üflenir ve biz o gün suçluları, (korkudan) gözleri gömgök bir halde toplarız.

103

يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا عَشْرًا

Yetehâfetûne beynehum in lebistum illâ aşrâ.

Kendi aralarında, “(Dünyada) on günden fazla kalmadınız” diye fısıldaşırlar.

104

نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَر۪يقَةً اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْمًا

Nahnu a’lemu bi mâ yekûlûne iz yekûlu emseluhum tarîkaten in lebistum illâ yevmâ.

Onların ne dediklerini biz daha iyi biliriz. O zaman en doğru düşünceli olanları, “Siz ancak bir gün kaldınız” der.

105

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفًاۙ

Ve yes’elûneke anil cibâli fe kul yensifuhâ rabbî nesfâ.

Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak.”

106

فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًاۙ

Fe yezeruhâ kâan safsafâ.

“Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak.”

107

لَا تَرٰى ف۪يهَا عِوَجًا وَلَٓا اَمْتًا

Lâ terâ fîhâ ıvecen ve lâ emtâ.

“Orada ne bir eğrilik, ne de bir tümsek göreceksin.”

108

يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُۚ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْسًا

Yevmeizin yettebiûned dâıye lâ ıvece leh(u), ve haşeatil asvâtu lir rahmâni fe lâ tesmeu illâ hemsâ.

O gün, hiçbir tarafa sapmadan davetçiye uyarlar. Rahmân’ın huzurunda sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.

109

يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا

Yevmeizin lâ tenfeuş şefâatu illâ men ezine lehur rahmânu ve radıye lehu kavlâ.

O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.

110

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْمًا

Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bihî ilmâ.

O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onların ilmi ise, O’nu kuşatamaz.

111

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا

Ve anetil vucûhu lil hayyil kayyûm(i), ve kad hâbe men hamele zulmâ.

Bütün yüzler, diri ve her şeyi yöneten Allah’a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen, gerçekten hüsrana uğramıştır.

112

وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا

Ve men ya’mel mines sâlihâti ve huve mu’minun fe lâ yehâfu zulmen ve lâ hedmâ.

Kim de mü’min olarak sâlih ameller işlerse, ne bir haksızlıktan ne de bir eksiklikten korkar.

113

وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا ف۪يهِ مِنَ الْوَع۪يدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ اَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا

Ve kezâlike enzelnâhu kur’ânen arabiyyen ve sarrafnâ fîhi minel vaîdi leallehum yettekûne ev yuhdisu lehum zikrâ.

İşte böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar açıkladık ki, sakınsınlar veya o, kendilerine bir öğüt versin.

114

فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰٓى اِلَيْكَ وَحْيُهُۖ وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا

Fe teâlâllâhul melikul hak(ku), ve lâ ta’cel bil kur’âni min kabli en yukdâ ileyke vahyuh(u), ve kul rabbi zidnî ilmâ.

Gerçek Hükümdar olan Allah, yüceler yücesidir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce, Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve “Rabbim! İlmimi artır” de.

115

وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا

Ve lekad ahıdnâ ilâ âdeme min kablu fe nesiye ve lem necid lehu azmâ.

Andolsun, biz daha önce Âdem’e de ahit vermiştik. Fakat o unuttu ve biz onda bir azim bulamadık.

116

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَ اَبٰى

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(e), ebâ.

Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de, İblis hariç hepsi secde etmişti. O, direndi.

117

فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى

Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşqâ.

Bunun üzerine dedik ki: “Ey Âdem! Şüphesiz bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin.”

118

اِنَّ لَكَ اَلَّا تَجُوعَ ف۪يهَا وَلَا تَعْرٰىۙ

İnne leke ellâ tecûa fîhâ ve lâ ta’râ.

“Doğrusu, senin için orada acıkmamak ve çıplak kalmamak vardır.”

119

وَاَنَّكَ لَا تَظْمَؤُ۬ا ف۪يهَا وَلَا تَضْحٰى

Ve enneke lâ tazmeu fîhâ ve lâ tadhâ.

“Ve sen orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın.”

120

فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى

Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.

Fakat şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim mi?”

121

فَاَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِ۬ وَعَصٰٓى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوٰى

Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafikâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneh(ti), ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.

Bunun üzerine ondan yediler. Ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.

122

ثُمَّ اجْتَبٰيهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدٰى

Summectebâhu rabbuhu fe tâbe aleyhi ve hedâ.

Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

123

قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى

Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvv(un), fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşqâ.

Buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Artık size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, o sapmaz ve sıkıntıya düşmez.”

124

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى

Ve men a’rada an zikrî fe inne lehu maîşeten dankân ve nahşuruhu yevmel kıyâmeti a’mâ.

“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Ve biz onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”

125

قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا

Kâle rabbi lime haşertenî a’mâ ve kad kuntu basîrâ.

Der ki: “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben gören biriydim.”

126

قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى

Kâle kezâlike etetke âyâtunâ fe nesîtehâ, ve kezâlikel yevme tunsâ.

Buyurur ki: “İşte böyle. Sana ayetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen aynı şekilde unutulursun.”

127

وَكَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ اَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى

Ve kezâlike neczî men esrefe ve lem yu’min bi âyâti rabbih(î), ve le azâbul âhireti eşeddu ve ebkâ.

İşte biz, haddi aşan ve Rabbinin ayetlerine inanmayan kimseyi böyle cezalandırırız. Ahiret azabı ise, elbette daha şiddetli ve daha kalıcıdır.

128

اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى

E fe lem yehdi lehum kem ehleknâ kablehum minel kurûni yemşûne fî mesâkinihim, inne fî zâlike le âyâtin li ulin nuhâ.

Onları doğru yola sevketmedi mi ki, kendilerinden önce, yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri helak ettik? Şüphesiz bunda akıl sahipleri için nice deliller vardır.

129

وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَاَجَلٌ مُسَمًّى

Ve levlâ kelimetun sebekat min rabbike le kâne lizâmen ve ecelun musemmâ.

Eğer Rabbinden önceden verilmiş bir söz ve belirlenmiş bir süre olmasaydı, (azap) mutlaka (hemen) gelirdi.

130

فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ وَمِنْ اٰنَٓائِي الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى

Fasbir alâ mâ yekûlûne ve sebbih bi hamdi rabbike kable tulûış şemsi ve kable gurûbihâ, ve min ânâil leyli fe sebbih ve atrâfen nehâri lealleke terdâ.

O halde, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün iki ucunda da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.

131

وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ ف۪يهِۜ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَاَبْقٰى

Ve lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ metta’nâ bihî ezvâcen minhum zehretel hayâtid dunyâ li neftinehum fîh, ve rızku rabbike hayrun ve ebkâ.

Onlardan bazı kesimlere, kendilerini sınamak için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Rabbinin rızkı, daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

132

وَأْمُرْ اَهْلَكَ بِالصَّلٰوةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَاۜ لَا نَسْـَٔلُكَ رِزْقًاۜ نَحْنُ نَرْزُقُكَۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى

Ve’mur ehleke bis salâti vastabir aleyhâ, lâ nes’eluke rızkâ(n), nahnu nerzukuk(e), vel âkıbetu lit takvâ.

Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva sahiplerinindir.

133

وَقَالُوا لَوْلَا يَأْت۪ينَا بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ اَوَلَمْ تَأْتِهِمْ بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰى

Ve kâlû levlâ ye’tînâ bi âyetin min rabbih(î), e ve lem te’tihim beyyinetu mâ fîs suhufil ûlâ.

Dediler ki: “Bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi?” Önceki kitaplarda bulunanların apaçık delili onlara gelmedi mi?

134

وَلَوْ اَنَّٓا اَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِه۪ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَذِلَّ وَنَخْزٰى

Ve lev ennâ ehleknâhum bi azâbin min kablihî le kâlû rabbenâ levlâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike min kabli en nezille ve nahzâ.

Eğer biz onları, ondan (Kur’an’dan) önce bir azapla helak etseydik, “Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçalıp rezil olmadan önce ayetlerine uysaydık” derlerdi.

135

قُلْ كُلٌّ مُتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُواۚ فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدٰى

Kul kullun muterabbisun fe terabbesû, fe seta’lemûne men ashâbus sırâtıs seviyyi ve menihtedâ.

De ki: “Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Yakında kimin dosdoğru yolun sahibi olduğunu ve kimin hidayete erdiğini bileceksiniz.”