Tasavvufta Vahdet-i Vücud Anlayışı
Vahdet-i Vücud, tasavvufun en derin ve en hassas konularından biridir. Kelime olarak “Varlığın Birliği” anlamına gelen bu kavram, kâinattaki tek hakiki varlığın Allah-u Teâlâ olduğunu, diğer tüm varlıkların ise O’nun varlığının bir tecellisi ve yansıması olarak O’nunla kaim olduğunu ifade eder.
Hem O’dur, Hem O’ndandır
Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada feyiz ve hikmet pınarları bulunur. Ezelde nasibi takdir edilmiş her kul, kendi payını bu ilahi pınarların başında bekler. Pınar O’nundur, pınardan akan da O’nun lütfudur. Bir pınar, arkasından ilahi bir kaynak gelmedikçe bin yıl dursa tek damla akıtamaz.
Aynı şekilde, Allah-u Teâlâ’nın ilhamıyla konuşan insanlar birer hoparlör mesabesindedir. Bir hoparlör, kendisine ses verilmedikçe asırlarca dursa kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Allah’ın tecelli edip konuşturduğu kimseler bu vazifeyi icra edebilir. Söyleyen de O’dur, söyleten de O’dur.
Hal böyleyken, bir kimse bu ilahi tecellileri kendisine mal eder, “Ben pınarım” veya “Ben konuşanım” derse; yahut kendisine böyle bir tecelli gelmediği halde gelmiş gibi davranırsa, o kişi en büyük dalâlettedir. Hem kendini hem de çevresini manen zehirlemiş olur.
Bu ilahi sırlara mazhar olmanın yolu, insanın kendi hiçliğini idrak etmesinden geçer. Bir kimse, bütün varlığının bir “hiç” olduğunu kendi gözüyle görmedikçe, bu hal onda tecelli etmez ve o kimsenin Vahdet-i Vücud’dan bahsetmeye selahiyeti olmaz. Bu idrak ise ancak Allah’ın lütfedeceği bir nur ile mümkündür. O nur ile kişi kendi hiçliğini görür ve o an anlar ki, gören de gösteren de O’dur.
Bu konudaki iki büyük alimin sözü asırlardır konuşulmaktadır. Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabî (k.s) Hazretleri “Her şey O’dur” derken; İmam-ı Rabbânî (k.s) Hazretleri ise “Her şey O’ndandır” buyurmuşlardır.
Fakir, bu iki mübarek beyanı şu cümleyle birleştirir: “Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O’nun varlığı ile kâimdir.” Böylece hem her şeyin “O’ndan” geldiği, hem de her şeyin varlığının “O” olmadığı müddetçe bir hiç olduğu anlaşılır.
Kâinattaki her zerre O’nun varlığı ile ayaktadır. Bütün mahlukat bir ceset ise, o cesedin ruhu O’dur. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
(Nûr Suresi, 35)وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي
“Ona (Âdem’e) ruhumdan üfledim.”
(Sâd Suresi, 72)İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği ruh ile vardır ve O’nun varlığı ile hareket eder. Allah o ruhu çektiği an, geriye hiçbir şey kalmaz. Demek ki hakikatte Var Olan, sadece O’dur. Bu hakikati idrak etmek ise ancak manevi bir eğitimle mümkündür.
Vahdet-i Vücud’a Mazhar Olanlar
Vahdet-i Vücud, Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir varlığın olmadığını kalp gözüyle gören ve bu idrak ile yaşayan kimselere mahsus bir haldir. Başkası bunu tam manasıyla bilemez, göremez; sadece hakkında konuşur. Konuşması ise zanna ve yanlışa dayanır.
Gerçek mânâda “Lâ ilâhe illallah” demek, O’ndan başka hiçbir mevcut olmadığını görmekle mümkündür. İşte o zaman Kelime-i Tevhid hakikatiyle söylenmiş olur ve iman kemâle erer.
Bu ilahi bir sırdır ki, Allah-u Teâlâ bunu dilediği kullarına, marifetullah ehline açar. Her veli kuluna dahi bu sırrı beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği müceddid kullarından bazılarına bu kapıyı aralamıştır. Bu sebeple bu hakikati tam manasıyla idrak edenler pek azdır.
Vahdet-i Vücud’un Tecellisi
Bu ilahi sırların tecellisi, insanın kendi acizliğini ve hiçliğini tam manasıyla idrak etmesiyle başlar. Kişi, yaratılışının bir damla hakir sudan olduğunu manen müşahede etmeli, bütün benliğinin yok ve hiç olduğunu anlamalıdır. İşte bu hiçlik noktasında, Allah-u Teâlâ dilerse kuluna Kendi Azametini gösterir. Kul, O’nun azametini görünce, kendisinin bir zerre dahi olmadığını anlar. Vahdet-i Vücud yolculuğu ancak bu idrakten sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hale işaretle: “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
وَفِي أَنْفُسِكُمْ ۚ أَفَلَا تُبْصِرُونَ
“Ve kendi nefislerinizde… Görmüyor musunuz?”
(Zâriyât Suresi, 21)Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, O nur ile bakarlar ve o nur ile görürler. İşte onlar, Allah’ın “İçinizdeyim, görmüyor musunuz?” hitabına mazhar olanlardır. Onlar Allah’ı gördükleri için kendilerini göremezler. Kâinat bir kabuk, bir perdedir; içindeki ve tutan O’dur.
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Biz insana şah damarından daha yakınız.”
(Kāf Suresi, 16)هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ ۖ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Hadîd Suresi, 3)Bu hâle ulaşmak, manevi mertebelerde ilerlemeyi gerektirir. Fenâfillâh makamında (Allah’ta fani olmakta) “hiç” olan ve hiç olduğunu bilen kimse için Vahdet-i Vücud kapısı aralanır. Bu hiçlikten sonra, Allah-u Teâlâ dilerse kulunu Kendi varlığından haberdar eder. Bu, Allah’tan başka bir mevcut olmadığını gören ve bilenin işidir. Kendini gören, Vahdet-i Vücud’dan bahsedemez. Hiç olduğunu bilen Hakk’ı görür ve ancak o bu sırlardan bahsedebilir. Onlar da dünya yüzünde yok denecek kadar nadirdir.