A’râf Suresi (Ayet 1-10) – Tasavvuf Yolu

A’râf Suresi

1

المص

Elif, Lâm, Mîm, Sâd.

Elif, Lâm, Mîm, Sâd.

2

كِتَابٌ اُنْزِلَ اِلَيْكَ فَلَا يَكُنْ ف۪ي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِنْهُ لِتُنْذِرَ بِه۪ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ

Kitâbun unzile ileyke felâ yekun fî sadrike haracun minh(u) li tunzira bihî ve zikrâ lil mu’minîn.

Bu, sana indirilen bir kitaptır. Onunla (insanları) uyarasın ve müminlere öğüt versin diye gönlünde bir sıkıntı olmasın.

3

اتَّبِعُوا مَا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِه۪ اَوْلِيَٓاءَۜ قَل۪يلًا مَا تَذَكَّرُونَ

İttebi’û mâ unzile ileykum min rabbikum ve lâ tettebi’û min dûnihî evliyâ(e), kalîlen mâ tezekkerûn.

Rabbinizden size indirilenin ardına düşün, O’ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!

4

وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا فَجَٓاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ

Ve kem min karyetin ehleknâhâ fe câehâ be’sunâ beyâtan ev hum kâ’ilûn.

Nice şehirler vardır ki, Biz onları helâk ettik de azabımız onlara geceleyin ya da gündüz istirahat ederken ansızın geliverdi.

5

فَمَا كَانَ دَعْوٰيهُمْ اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَٓا اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ

Femâ kâne da’vehum iz câehum be’sunâ illâ en kâlû innâ kunnâ zâlimîn.

Azabımız onlara geldiğinde, yalvarmaları sadece: “Gerçekten biz zalim kimselermişiz!” demekten ibaret oldu.

6

فَلَنَسْـَٔلَنَّ الَّذ۪ينَ اُرْسِلَ اِلَيْهِمْ وَلَنَسْـَٔلَنَّ الْمُرْسَل۪ينَ

Fe le nes’elennellezîne ursile ileyhim ve le nes’elennel murselîn.

Elbette (o gün) kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.

7

فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِمْ بِعِلْمٍۚ وَمَا كُنَّا غَٓائِب۪ينَ

Fe le nakussanne aleyhim bi ilmin, ve mâ kunnâ gâibîn.

Elbette bütün yaptıklarını tam bir bilgiyle kendilerine anlatacağız. Biz onlardan hiç uzak değildik.

8

وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّۚ فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Vel veznu yevme’izinil hakk(u), fe men sekulet mevâzînuhû fe ulâike humul muflihûn.

O gün tartı haktır. Kimin sevapları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

9

وَمَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ بِمَا كَانُوا بِـٓاٰيَاتِنَا يَظْلِمُونَ

Ve men haffet mevâzînuhû fe ulâikellezîne hasirû enfusehum bimâ kânû bi âyâtinâ yazlimûn.

Kimin de sevapları hafif gelirse, işte onlar âyetlerimize haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana uğratanlardır.

10

وَلَقَدْ مَكَّنّٰكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلًا مَا تَشْكُرُونَ

Ve le kad mekkennâkum fîl ard(i) ve cealnâ lekum fîhâ meâyiş(e), kalîlen mâ teşkurûn.

Andolsun, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada geçim yolları verdik. Ne de az şükrediyorsunuz!

11

وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلَٓائِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَۖ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۚ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِد۪ينَ

Ve le kad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lilmelâiketi’sjudû li Âdeme fe secedû illâ İblîs(e), lem yekun mines sâcidîn.

Andolsun, sizi yarattık, sonra size şekil verdik; sonra meleklere, “Âdem’e secde edin!” dedik. İblis hariç hepsi secde etti. O, secde edenlerden olmadı.

12

قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَۜ قَالَ اَنَا خَيْرٌ مِنْهُۚ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ

Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(e), kâle ene hayrun minh(u), halaktenî min nârin ve halaktehû min tîn.

Allah, “Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” dedi. (İblis) “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.

13

قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ اَنْ تَتَكَبَّرَ ف۪يهَا فَاخْرُجْ اِنَّكَ مِنَ الصَّاغِر۪ينَ

Kâle fehbit minhâ femâ yekûnu leke en tetekebbera fîhâ fehruç, inneke mines sâğirîn.

Allah dedi ki: “Oradan in! Orada büyüklük taslamak sana düşmez. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın.”

14

قَالَ اَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

Kâle enzırnî ilâ yevmi yuba’sûn.

(İblis) “Beni, insanların diriltilecekleri güne kadar ertele” dedi.

15

قَالَ اِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَ

Kâle inneke minel munzarîn.

Allah buyurdu: “Sen ertelenenlerdensin.”

16

قَالَ فَبِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَق۪يمَ

Kâle febimâ eğveytenî le eg’udenne lehum sırâtakel mustakîm.

(İblis) “Beni azdırmana karşılık, andolsun ki ben de onları senin doğru yolunun üzerinde pusuya yatacağım” dedi.

17

ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَٓائِلِهِمْۚ وَلَا تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِر۪ينَ

Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserahum şâkirîn.

“Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım. Ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.”

18

قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْءُومًا مَدْحُورًاۜ لَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ لَاَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنْكُمْ اَجْمَع۪ينَ

Kâle hruç minhâ meż’ûmen medhûrâ, lemen tebiake minhum le emleenne cehenneme minkum ecma’în.

Allah dedi ki: “Haydi çık oradan, kovulmuş ve lanetlenmiş olarak! Andolsun ki onlardan sana uyanlarla birlikte cehennemi tamamen dolduracağım.”

19

وَيَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ

Ve yâ Âdemu’skun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi’tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn.

Ve “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin; ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.”

20

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا و۪ورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهٰيكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هٰذِهِ الشَّجَرَةِ اِلَّا اَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ اَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِد۪ينَ

Fe vesvese lehumeş şeytânu li yubdiye lehuma mâ vûriye anhuma min sev’âtihimâ, ve kâle mâ nehâkumâ rabbukumâ anhâzihiş şecereti illâ en tekûnâ melekeyn ev tekûnâ minel hâlidîn.

Derken şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine vesvese verdi ve “Rabbiniz size bu ağacı ancak melek olmayasınız ya da ebedi kalanlardan olmayasınız diye yasakladı” dedi.

21

وَقَاسَمَهُمَاۤ اِنّ۪ي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِح۪ينَ

Ve gâsemehume innî lekumâ leminen nâsihîn.

Ve onlara yemin etti: “Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim.”

22

فَدَلّٰيهُمَا بِغُرُورٍۚ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۚ وَنَادٰيهُمَا رَبُّهُمَاۤ اَلَمْ اَنْهَكُمَا عَنْ تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَاَقُلْ لَكُمَٓا اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُب۪ينٌ

Fe dellâhumâ bi ğurûr(in), felemmâ zâkâş şecerete bedet lehuma sev’âtuhuma ve tafikâ yahsifâni aleyhimâ min verakıl cenneh, ve nâdâhumâ rabbuhumâ, elem enhekumâ an tilkumâş şecereti ve ekul lekumâ inneş şeytâne lekumâ aduvvun mubîn.

Böylece onları aldattı. Ağacın meyvesini tadınca, ayıp yerleri açığa çıktı ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben size o ağacı yasaklamamış mıydım ve şeytanın sizin apaçık düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?”

23

قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

Kâlâ rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tağfirlene ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn.

Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, andolsun ki ziyana uğrayanlardan oluruz.”

24

قَالَ اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ

Kâlehbitû ba’dukum li ba’din aduvv(un), ve lekum fîl ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn.

Buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak inin. Yeryüzünde bir süre kalıp geçinmeniz ve orada yaşamanız gerekecek.”

25

قَالَ ف۪يهَا تَحْيَوْنَ وَف۪يهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ

Kâle fîhâ tahyavne ve fîhâ temûtûn(e), ve minhâ tuhracûn.

“Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız” dedi.

26

يَابَن۪ٓي اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَار۪ي سَوْآتِكُمْ وَر۪يشًاۚ وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۚ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ

Yâ benî Âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sev’âtikum ve rîşen, ve libâsut takvâ zâlike hayr(un), zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn.

Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi ve süs elbisesi indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir; umulur ki düşünüp öğüt alırlar.

27

يَابَن۪ٓي اٰدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَآ اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْآتِهِمَاۘ اِنَّهُ يَرٰىكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

Yâ benî Âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrece ebaveykum minel cenneti yenzı’u anhuma libâsehuma li yuriyahuma sev’âtehima, innehu yerâkum huve ve kabîluhû min haythu lâ teravnehum, innâ cealnâş şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yu’minûn.

Ey Âdemoğulları! Şeytan sizi kandırmasın, tıpkı anne-babanızı cennetten çıkardığı gibi! Onların örtüsünü soyup ayıp yerlerini göstermek istemişti. O ve kabilesi sizi göremeyeceğiniz yerden görürler. Biz şeytanları, iman etmeyenler için dost kıldık.

28

وَاِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَآ اٰبَٓاءَنَا وَاللّٰهُ اَمَرَنَا بِهَاۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَٓاءِۚ اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Ve izâ fealû fâhişeten kâlû vecednâ aleyhâ âbâenâ vallâhu emerenâ bihâ, kul innallâhe lâ ye’muru bil fahşâ, etekûlûne alallâhi mâ lâ ta’lemûn.

Onlar bir çirkinlik yaptıklarında, “Atalarımızı böyle yapar bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Allah, çirkinliği emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

29

قُلْ اَمَرَ رَبِّي بِالْقِسْطِۙ وَاَق۪يمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍۚ وَادْعُوهُ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ كَمَا بَدَاَكُمْ تَعُودُونَ

Kul emera rabbî bil kıst(i), ve ekîmû vucûhekum inde kulli mescid(in), ved’ûhû muhlisîne lehud dîn(e), kemâ bedaekum te’ûdûn.

De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzünüzü O’na doğrultun. Dini yalnız O’na has kılarak O’na dua edin. Sizi nasıl yarattıysa, yine O’na döneceksiniz.”

30

فَر۪يقًا هَدٰى وَفَر۪يقًا حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُۘ اِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ

Ferîkan hedâ ve ferîkan hakka aleyhimud dalâleh, innehumut tehazuş şeyâtîne evliyâe min dûnillâh, ve yahsebûne ennehum muhtedûn.

O, bir topluluğu doğru yola iletti, bir topluluğun üzerine sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.

31

يَابَن۪ي اٰدَمَ خُذُوا ز۪ينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍۘ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُٓواۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَ

Yâ benî Âdeme ḫuzû zînetekum ‘inde kulli mescid(in), ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû, innehu lâ yuḥibbü’l-musrifîn.

Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.

32

قُلْ مَنْ حَرَّمَ ز۪ينَةَ اللّٰهِ الَّت۪ي اَخْرَجَ لِعِبَادِه۪ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِۜ قُلْ هِيَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Kul men ḥarreme zînetallâhi’lletî aḫrac(e) li‘ibâdihî ve’ṭ-ṭayyibâti mine’r-rizḳ(i), kul hiye lilleżîne âmenû fî’l-ḥayâti’d-dünyâ ḫâliṣeten yevme’l-ḳıyâme(ti), keżâlike nufaṣṣilu’l-âyâti liḳavmin ya‘lemûn.

De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızıkları kim haram kılmış?” De ki: “Onlar, dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü ise yalnız onlara mahsustur.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.

33

قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَانًا وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Kul innemâ ḥarreme rabbiyel-fevâḥişe mâ ẓahare minhâ ve mâ baṭan(e), ve’l-iśme ve’l-baġye biġayri’l-ḥaḳḳ(i), ve en tuşrikû billâhi mâ lem yunezzil bihî sulṭânâ(â), ve en tegûlû ‘alallâhi mâ lâ ta‘lemûn.

De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli fuhşu, günahı, haksız yere saldırıyı, Allah’a hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koşmanızı ve Allah’a bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”

34

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

Ve likulli ummetin ecel(un), fe iżâ câe eceluhum lâ yeste’ḫirûne sâ‘aten ve lâ yesteḳdimûn.

Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde, ne bir an geri kalırlar ne de ileri giderler.

35

يَابَن۪ي اٰدَمَ اِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَات۪ي فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Yâ benî Âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yaḳṣuṣûne ‘aleykum âyâtî, femenitteḳâ ve aślaḥe fe lâ ḫavfun ‘aleyhim ve lâ hum yaḥzenûn.

Ey Âdemoğulları! Size, içinizden ayetlerimi anlatan peygamberler geldiğinde, kim Allah’a karşı gelmekten sakınır ve kendini düzeltirse, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

36

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ

Velleżîne keżżebû bi-âyâtinâ vestekberû ‘anhâ, ulâike aṣḥâbu’n-nâri hum fîhâ ḫâlidûn.

Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise cehennemliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

37

فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَنَالُهُمْ نَص۪يبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِۚ حَتّٰىٓ اِذَا جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْ قَالُٓوا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِر۪ينَ

Fe men aẓlemu mimmenifterâ ‘alallâhi keżiben ev keżżebe bi-âyâtih(i), ulâike yenâluhum naṣîbuhum minel-kitâb(i), ḥattâ iżâ câet-hum rusulunâ yeteveffevnehum, ḳâlû eyne mâ kuntum ted‘ûne min dûnillâh(i), ḳâlû ḍallû ‘annâ ve şehidû ‘alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn.

Allah’a iftira edenden veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onlara yazgılarındaki nasip erişir. Nihayet elçilerimiz onların canını alınca, “Allah’tan başka çağırdığınız ilahlarınız nerede?” derler. “Onlar bizden uzaklaştı” derler ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler.

38

قَالَ ادْخُلُوا ف۪يٓ اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِي النَّارِۚ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَعَنَتْ اُخْتَهَاۘ حَتّٰىٓ اِذَا ادَّارَكُوا ف۪يهَا جَم۪يعًا قَالَتْ اُخْرٰيهُمْ لِاُولٰيهُمْ رَبَّنَا هٰٓؤُلَٓاءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِنَ النَّارِۚ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلٰكِنْ لَا تَعْلَمُونَ

Ḳâle’dḫulû fî umemin ḳad ḫalet min ḳabliḳum mine’l-cinni ve’l-insi fî’n-nâr(i), kulle mâ deḫalet ummetun le‘enet uḫtahâ, ḥattâ iżâd-dâreḳû fîhâ cemî‘â(â), ḳâlet uḫrâhum li-ûlâhum rabbenâ hâulâi aḍallûnâ fe âtihim ‘ażâben ḍi‘fen mine’n-nâr(i), ḳâle likullin ḍi‘fun ve lâkin lâ ta‘lemûn.

Allah şöyle der: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan topluluklarıyla birlikte cehenneme girin!” Her ümmet girdikçe kardeşine lanet eder. Hepsi orada bir araya toplandığında sonrakiler öncekilere der ki: “Rabbimiz! Bizi saptıranlara azabı iki kat ver!” Allah der ki: “Herkese iki kat vardır ama siz bilmezsiniz.”

39

وَقَالَتْ اُولٰيهُمْ لِاُخْرٰيهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ

Ve ḳâlet ûlâhum li-uḫrâhum fe mâ kâne lekum ‘aleyna min fażl(in), fe żûḳû’l-‘ażâbe bimâ kuntum teksebûn.

Öncekiler de sonrakilere der ki: “Sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz yok. Öyleyse kazanmakta olduğunuz şeyler yüzünden azabı tadın!”

40

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَٓاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ ف۪ي سَمِّ الْخِيَاطِۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِم۪ينَ

İnne’l-leżîne keżżebû bi-âyâtinâ vestekberû ‘anhâ lâ tufettaḥu lehum ebvâbu’s-semâ’i ve lâ yedḫulûne’l-cennete ḥattâ yelicel-cemelu fî semmi’l-ḫiyâṭ(i), ve keżâlike neczî’l-mucrimîn.

Ayetlerimizi yalanlayanlar ve kibirlenenler için gök kapıları açılmaz ve onlar deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Suçluları işte böyle cezalandırırız.

41

لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍۚ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ

Lehum min cehenneme mihâdun ve min fevkihim gavâş, ve kezâlike neczîz zâlimîn.

Onlar için cehennemden bir döşek ve üzerlerine örtüler vardır. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.

42

وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ -لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۤ- اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ

Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti, lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn.

İman edip salih ameller işleyenler, -ki biz kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemeyiz- işte onlar cennet halkıdır; orada ebedî kalacaklardır.

43

وَنَزَعْنَا مَا ف۪ي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُۖ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَاۙ وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَاۤ اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۜ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ وَنُودُٓوا اَنْ تِلْكُمُ الْجَنَّةُ اُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min taḥtihimul enhâr, ve kâlû elhamdu lillâhillezî hedânâ lihâzâ, ve mâ kunnâ linehtediyelâ en hedânallâh, le kad câet rusulu rabbina bil hakk, ve nûdû en tilkumul cennetu ûrishtumûhâ bimâ kuntum ta‘melûn.

Biz onların gönüllerindeki kin ve kini söküp attık. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: “Bizi buna ulaştıran Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Gerçekten Rabbimizin elçileri gerçeği getirdi.” Onlara şöyle seslenilir: “İşte size, yapmış olduğunuz ameller sebebiyle miras olarak verilen cennet budur.”

44

وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابَ النَّارِ اَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّاۜ فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّاۜ قَالُوا نَعَمْۚ فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَ

Ve nâdâ ashâbul cenneti ashâben nâri en kad vecednâ mâ ve‘adenâ rabbunâ ḥaqqa(n), fe hel vecedtum mâ ve‘ade rabbukum ḥaqqa(n), kâlû na‘am, fe ezzene mu’azzinun beynehum en la‘netullâhi alez zâlimîn.

Cennet halkı cehennem halkına seslenerek: “Rabbimizin bize vaat ettiklerini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaat ettiklerini gerçek buldunuz mu?” derler. Onlar: “Evet” derler. O zaman aralarından bir seslenici şöyle seslenir: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”

45

الَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَ

Ellezîne yasuddûne ‘an sebîlillâhi ve yebğûnehâ ‘ivecen ve hum bil âhireti kâfirûn.

Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğri göstermeye çalışan ve ahireti inkâr eden kimselerdir.

46

وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلًّا بِس۪يمَاهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْۚ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ

Ve beynehumâ ḥicâb, ve alel a‘râfi ricâlun ya‘rifûne kullen bi sîmâhum, ve nâdev ashâbel cenneti en selâmun ‘aleykum, lem yedḫulûhâ ve hum yetma‘ûn.

İki taraf arasında bir perde vardır. A’râf’ta (yüksek bir yerde) öyle adamlar vardır ki, herkesi simalarından tanırlar. Cennet ehline seslenirler: “Selam size!” Kendileri oraya girmemişlerdir, ama girme ümidi taşımaktadırlar.

47

وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ

Ve izâ surifat ebsâruhum tilkâe ashâbin nâr, kâlû rabbenâ lâ tec‘alnâ me‘al kavmiz zâlimîn.

Gözleri cehennemliklere çevrildiğinde, “Rabbimiz! Bizi zalim toplulukla birlikte kılma!” derler.

48

وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالًا يَعْرِفُونَهُمْ بِس۪يمَاهُمْ قَالُوا مَآ اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ

Ve nâdâ ashâbul a‘râfi ricâlen ya‘rifûnehum bi sîmâhum, kâlû mâ aġnâ ‘ankum cem‘ukum ve mâ kuntum testekbirûn.

A’râf halkı, simalarından tanıdıkları bazı kişilere seslenirler: “Sizin yığdığınız servetiniz ve büyüklük taslamanız size hiçbir fayda sağlamadı.”

49

اَهٰٓؤُلَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَۚ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ

Ehâulâillezîne eksemtum lâ yenâluhumullâhu birahmeh, udkhulûl cennete lâ havfun ‘aleykum ve lâ entum tahzenûn.

“İşte bunlar mıydı Allah’ın rahmetine erişemez dedikleriniz? Haydi girin cennete, size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.”

50

وَنَادٰٓى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَف۪يضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَٓاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۜ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِر۪ينَ

Ve nâdâ ashâbunnâri ashâbel cenneti en efîdû ‘aleinâ minel mâ’i ev mimmâ razeḳakumullâh, kâlû innallâhe ḥarremehumâ ‘alel kâfirîn.

Cehennemlikler cennetliklere seslenerek: “Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızıktan verin!” derler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” cevabını verirler.

51

الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۚ فَالْيَوْمَ نَنْسٰيهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَٓاءَ يَوْمِهِمْ هٰذَا وَمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ

Elleżîne’t-taḫażû dînehum lehvâv ve la‘ibâv ve ğarrethumu’l-ḥayâtud-dünyâ(fe)l-yevme nensehüm kemâ nesû liḳāe yevmihim hāżâ ve mâ kânû bi-âyâtinâ yecḥedûn.

Onlar, dinlerini eğlence ve oyun edindiler, dünya hayatı da kendilerini aldattı. Bugün, onlar bu günlerine kavuşmayı unuttukları gibi, Biz de onları unutacağız. Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ediyorlardı.

52

وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلٰى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Ve leḳad ci’nâhum bi-kitâbin faṣṣalnâhu ‘alâ ‘ilmin huden ve raḥmeten li-ḳavmin yu’minûn.

Ant olsun ki, onlara bilgiyle açıklanmış bir kitap getirdik; iman edecek bir toplum için o kitap bir hidayet ve rahmettir.

53

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۫يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۫يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ

Hel yenzurûne illâ te’vîleh(y), yevme ye’tî te’vîluhû yekûlulleżîne nesûhû min ḳab(l), ḳad câet rusulu rabbinâ bi’l-ḥaḳḳ(i), fehel lenâ min şüfe‘âe fe yeşfe‘û lenâ ev nuraddu fe na‘mele ğayre elleżî kunnâ na‘mel(k), ḳad ḫasirû enfusehum ve ḍalle ‘anhum mâ kânû yefterûn.

Onlar ancak (ayetlerin) gerçekleşmesini mi bekliyorlar? Onun gerçekleştiği gün, önceden onu unutmuş olanlar: “Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek kimseler var mı? Yahut geri döndürülsek de daha önce yaptığımızdan başka türlü davransak!” derler. Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler de kendilerini yüzüstü bıraktı.

54

اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۚ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۚ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعٰلَم۪ينَ

İnne rabbekumu’llâhulleżî ḫalaḳe’s-semâvâti ve’l-arḍe fî siteti eyyâmin sümme’s-tevâ ‘ale’l-‘arş(i), yuğşî’l-leyle’n-nehâre yaṭlubuhû ḥasîśâ(ten), ve’ş-şemse ve’l-ḳamera ve’n-nücûme museḫḫarâti(n) bi-emrih(i), elâ lehu’l-ḫalḳu ve’l-emr(u), tebâreke’llâhu rabbu’l-‘âlemîn.

Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden Allah’tır. Geceyi durmaksızın kovalayan gündüze sarar. Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yarattı. İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir!

55

اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةًۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ

Ud‘û rabbekum taḍarru‘an ve ḫufyeten, innehu lâ yuḥibbu’l-mu‘tedîn.

Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Şüphesiz ki O, haddi aşanları sevmez.

56

وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًاۜ اِنَّ رَحْمَتَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ

Ve lâ tufsidû fi’l-arḍi ba‘de iṣlâḥihâ ved‘ûhu ḫavfen ve ṭama‘â(en), inne raḥmete’llâhi ḳarîbun mine’l-muḥsinîn.

Yeryüzü düzeltildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın! Ona korku ve ümit içinde dua edin. Şüphesiz Allah’ın rahmeti, güzel davrananlara yakındır.

57

وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ حَتّٰىٓ اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَابًا ثِقَالًا سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِهِ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Ve huve’l-leżî yursilu’r-riyâḥe buşran beyne yedey raḥmetih(i), ḥattâ iżâ aḳallet seḥâben ṯiḳâlâ(n), suḳnâhu li-beledin meyyit(in), fe enzelnâ bihî’l-mâe fe aḫracnâ bihî min kulli’s-semerât(i), keżâlike nuḫricu’l-mevtâ le‘allekum tezeḳḳerûn.

Rüzgârları rahmetinin müjdecisi olarak gönderen O’dur. Nihayet, ağır bulutlar yüklendiğinde onu ölü toprağa sevk ederiz. Böylece onunla su indirir, o suyla her türlü ürün çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız; umulur ki, düşünürsünüz.

58

وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۚ وَالَّذ۪ي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ اِلَّا نَكِدًاۜ كَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ

Ve’l-beledu’ṭ-ṭayyibu yaḫrucü nebâtuhû bi-iżni rabbih(i), velleżî ḫabeṯe lâ yaḫrucu illâ nekidâ(ten), keżâlike nuṣarriful-âyâti li-ḳavmin yeşkurûn.

İyi toprağın bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Kötü olandan ise ancak zorla bir şey çıkar. İşte biz ayetleri şükreden bir topluluk için böyle açıklıyoruz.

59

لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنّ۪ي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ

Leḳad erselnâ nûḥan ilâ ḳavmih(i), fe ḳâle yâ ḳavmi‘budû’llâhe mâ lekum min ilâhin ğayruh(u), innî eḫâfu ‘aleykum ‘ażâbe yevmin ‘aẓîm.

Andolsun, Nûh’u kavmine gönderdik. O dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum.”

60

قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِه۪ اِنَّا لَنَرٰىكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ

Ḳâle’l-melae min ḳavmih(i), innâ le-nerâke fî ḍalâlin mubîn.

Kavminin ileri gelenleri: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.

61

قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Kâle yâ kavmi leyse bî dalâlet(un), ve lâkinni resûlun min rabbi’l-âlemîn.

(Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”

62

اُبَلِّغُكُمْ رِسٰلٰتِ رَبِّي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Ubellığukum risâlâti rabbî ve ensahu lekum ve a‘lemu minallâhi mâ lâ ta‘lemûn.

“Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah hakkında sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”

63

اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

E ve a‘acibtum en câekum ẕikr(un) min rabbikum ‘alâ raculin minkum li yunzirekum ve li tettekû ve le‘allekum turḥemûn.

“Kendi içinizden bir adam aracılığıyla size Rabbinizden bir öğüt gelmesine mi şaştınız? O, sizi uyarsın, sakınasınız ve belki de merhamet olunursunuz.”

64

فَكَذَّبُوهُ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَٓاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا عَم۪ينَ

Fe kezzebûhu fe enceynâhu vellezîne me‘ahu fî’l-fulk(i), ve aġraqnâ ellezîne kezzebû bi âyâtinâ, innehum kânû kavmen ‘amîn.

Onu yalanladılar; biz de onu ve beraberindekileri gemide kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayanları boğduk. Gerçekten onlar kör bir topluluktu.

65

وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ

Ve ilâ ‘âdin ehehum Hûdâ(e), kâle yâ kavmi‘budullâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u), e fe lâ tettekûn?

Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?”

66

قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ۤ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ

Kâlel mele’ullezîne keferû min kavmih(i): innâ le nerâke fî sefâheten, ve innâ le nazunnuke minel kâżibîn.

Kavminden inkâr eden ileri gelenler, “Biz seni bir sefih (akılsız) olarak görüyoruz ve biz seni yalancılardan biri sanıyoruz” dediler.

67

قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Kâle yâ kavmi leyse bî sefâhet(un), ve lâkinni resûlun min rabbi’l-âlemîn.

(Hûd) dedi ki: “Ey kavmim! Bende bir sefihlik yok. Ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”

68

اُبَلِّغُكُمْ رِسٰلَاتِ رَبِّي وَاَنَا لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ

Ubellığukum risâlâti rabbî, ve enâ lekum nâṣiḥun emîn.

“Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum ve ben size öğüt veren güvenilir bir kişiyim.”

69

اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۙ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْطَةًۜ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

E ve a‘acibtum en câekum ẕikr(un) min rabbikum ‘alâ raculin minkum li yunzirekum, vezkurû iz ce‘alekum ḫulefâ’e min ba‘di kavmi Nûḥ(in), ve zâdekum fi’l-ḫalḳi basṭah. Fezkurû âlâ’e’llâhi le‘allekum tufliḥûn.

“Kendi içinizden bir adam aracılığıyla size Rabbinizden bir öğüt gelmesine mi şaştınız? Nûh kavminden sonra sizi halifeler kıldı ve yaratılışta sizi genişletti. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.”

70

قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَاؤُنَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

Gâlû e ci’tenâ li na‘bude’llâhe vaḥdehû ve nezera mâ kâne ya‘budu âbâ’unâ? Fe’tinâ bimâ te‘idunâ in kunte mine’s-sâdiḳîn.

“Sen, yalnızca Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerdensen, o hâlde tehdit ettiğin şeyi başımıza getir!” dediler.

71

قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۚ أَتُجَادِلُونَنِي فِي أَسْمَآءٍ سَمَّيْتُمُوهَآ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍۚ فَانْتَظِرُٓوا إِنّ۪ي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِر۪ينَ

Kāle kad veqa‘a ‘aleykum min rabbikum ricsun ve ğaḍab(un), etucâdilûnenî fî esmâ’in semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ nezzelallāhu bihâ min sulṭân(in), fenteẓirû innî me‘akum mine’l-munteẓirîn.

Hûd dedi ki: “Üzerinize Rabbinizden bir pislik (azap) ve gazap çökmüştür. Siz bana, kendinizin ve babalarınızın taktığı isimler hakkında mı tartışıyorsunuz? Oysa Allah onlara dair hiçbir delil indirmemiştir. Bekleyin öyleyse! Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.”

72

فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِّنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَاۚ وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ

Fe enceynâhu vellezîne me‘ahu bi raḥmetin minnâ ve qaṭa‘nâ dâbirellezîne kezzebû bi âyâtinâ, ve mâ kânû mu’minîn.

Biz de onu ve beraberindekileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanların ise kökünü kazıdık. Onlar iman etmiş değillerdi.

73

وَإِلٰى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُم بَيِّنَةٌ مِّنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِهِ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ آيَةًۜ فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ي أَرْضِ اللّٰهِۖ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَل۪يمٌ

Ve ilâ Semûde ehâhum Ṣâliḥ(â), kāle yâ kavmi‘büdûllâhe mâ lekum min ilâhin ğayruh, qad câetkum beyyinetun min rabbikum, hâżihi nâqatullâhi lekum âyeten feżerûhâ te’kul fî arḍillâh, ve lâ temessûhâ bisû’in fe ye’ḥuźekum ‘ażâbun elîm.

Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte, Allah’ın devesi size bir mucize olarak gelmiştir. Onu serbest bırakın, Allah’ın toprağında otlasın. Ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.”

74

وَاذْكُرُٓوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَٓاءَ مِنۢ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّأَكُمْ فِي الْأَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِن سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًاۚ فَاذْكُرُٓوا آلَٓاءَ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِد۪ينَ

Vezkurû iż ce‘alekum ḫulefâe min ba‘di ‘Âdin ve bevveekum fi’l-arḍ(i) tetteḫizûne min suhûlihâ quṣûrâ(â) ve tenḥitûne’l-cibâle buyûtâ(â), fezkurû âlâallâhi ve lâ ta‘sev fî’l-arḍi mufsidîn.

Âd kavminden sonra sizi onların yerine getirdiğini ve yeryüzünde sizi yerleştirdiğini hatırlayın! Ovasından saraylar yapıyorsunuz, dağları yontarak evler oyuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

75

قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُّرْسَلٌ مِّن رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا إِنَّا بِمَٓا أُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ

Kāle’l-melae’llezîne-stekberû min kavmihi lillezîne-stuḍ‘ifû limen âmene minhum ete‘lemûne enne Ṣâliḥan murselun min rabbih, qâlû innâ bimâ ursile bihî mu’minûn.

Kavminden büyüklenen ileri gelenler, zayıf görülen ve içlerinden iman etmiş olanlara şöyle dediler: “Sâlih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: “Evet, biz onunla gönderilene inanıyoruz” dediler.

76

قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا إِنَّا بِالَّذ۪ي آمَنْتُم بِه۪ كَافِرُونَ

Qāle’llezîne-stekberû innâ billeżî âmentum bihî kâfirûn.

Büyüklük taslayanlar ise: “Sizin iman ettiğinize biz inanmıyoruz” dediler.

77

فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا إِنْ كُنتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ

Fe ‘aqerûn-nâqata ve ‘atev ‘an emri rabbihim ve qâlû yâ Ṣâliḥu’tinâ bimâ te‘idunâ in kunte minel-murselîn.

Deveyi kestiler, Rablerinin emrine başkaldırdılar ve dediler ki: “Ey Sâlih! Eğer gerçekten peygamberlerdensen, haydi tehdit ettiğin azabı getir bakalım.”

78

فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ

Fe aḫażehumur-rajfetu fe aṣbaḥû fî dârihim câsimîn.

Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı da yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.

79

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ

Fe tevelle ‘anhum ve qâle yâ kavmi leqad eblegtukum risâlete rabbî ve naṣaḥtu lekum ve lâkin lâ tuḥibbûnen-nâṣihîn.

Sâlih onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin mesajını ilettim ve size öğüt verdim. Ama siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.”

80

وَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُم بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِّنَ الْعَالَم۪ينَ

Ve Lûṭan iż qâle li qavmihi ete’tûne’l-fâḥişete mâ sebaqakum bihâ min eḥadin mine’l-‘âlemîn.

Lût’u da gönderdik. Kavmine demişti ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?”

81

اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ

İnnekum le te’tûner ricâle şehveten min dûni’n-nisâ’; bel entum kavmun musrifûn.

Siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz! Hayır, siz sınırı aşan bir toplumsunuz.

82

وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ۤ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْۜ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ

Ve mâ kâne cevâbe kavmihî illâ en gâlû aḫricûhum min ḳaryetikum, innehum unâsun yetaṭahherûn.

Kavminin cevabı sadece şu oldu: “Onları kentinizden çıkarın! Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlar!”

83

فَاَنْجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ اِلَّا امْرَأَتَهُۜ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ

Fe enceynâhu ve ehlehû illâ’mraeteh; kânet mine’l-ğâbirîn.

Biz de onu ve ailesini kurtardık; ancak karısı dışındakileri. O, geride kalanlardan oldu.

84

وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًاۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ

Ve emṭarnâ ‘aleyhim maṭarâ(en); fenẓur keyfe kâne ‘âḳıbetu’l-mucrimîn.

Onların üzerine bir yağmur yağdırdık. Suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

85

وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

Ve ilâ Medyene ehehum Şu‘aybâ(e), gâle yâ kavmi‘budullâhe mâ lekum min ilâhin ğayruh(u); kad câetkum beyyinetun min rabbikum, fe evfû’l-keyle ve’l-mîzâne ve lâ tebḫesûnne’n-nâse eşyâehum, ve lâ tufsidû fi’l-arzi ba‘de ıṣlâḥihâ; ẕâlikum ḫayrun lekum in kuntum mu’minîn.

Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. O dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların hakkını kısmayın, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer mümin iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

86

وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ آمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًاۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلًا فَكَثَّرَكُمْۚ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ

Ve lâ taḳ‘udû bi kulli sırâṭin tüv‘idûne ve taṣuddûne ‘an sebîli’llâhi men âmene bih(i) ve tebġûnehâ ‘ivecâ(en); vezkurû iz kuntum ḳalîlen fe kesserekum; venẓurû keyfe kâne ‘âḳıbetu’l-mufsidîn.

Her yol başını tutup tehditler savurmayın, Allah’ın yoluna iman edenleri engellemeyin ve o yolu eğriltmeye çalışmayın. Azken sizi çoğaltmış olduğunu hatırlayın ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!

87

وَاِنْ كَانَ طَٓائِفَةٌ مِنْكُمْ آمَنُوا بِالَّذ۪ي اُرْسِلْتُ بِه۪ وَطَٓائِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُ بَيْنَنَاۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ

Ve in kâne ṭâifetun minkum âmenû billezî ursiltu bihî ve ṭâifetun lem yu’minû, feṣbirû ḥattâ yaḥkume’llâhu beynenâ, ve huve ḫayru’l-ḥâkimîn.

Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, diğer grup inanmamışsa, o zaman Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.

88

قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ آمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاؕ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ

Gâlel mele’ullezîne’s-tekberû min kavmihî le nuḫricenneke yâ Şu‘aybu vellezîne âmenû me‘ake min ḳaryetinâ ev le te‘ûdunne fî milletinâ; kâle e ve lev kunnâ kârihîn.

Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, “Ey Şuayb! Seni ve seninle birlikte iman edenleri kentimizden mutlaka çıkaracağız. Ya da bizim dinimize geri döneceksiniz” dediler. Şuayb dedi ki: “Zorla mı, hem de biz istemesek bile mi?”

89

قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجَّانَا اللّٰهُ مِنْهَاۚ وَمَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۚ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۚ رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ

Kadifteraynâ ‘alâ’llâhi keẕiben in ‘udnâ fî milletikum ba‘de iz neccânellâhu minhâ; ve mâ yekûnu lenâ en ne‘ûde fîhâ illâ en yeşâe’llâhu rabbunâ; vesi‘a rabbunâ kulle şey’in ‘ilmâ, ‘alâ’llâhi tevekkelna; rabbenefteḥ beynenâ ve beyne ḳavminâ bi’l-ḥaḳḳ, ve ente ḫayru’l-fâtiḥîn.

“Eğer Allah bizi ondan kurtardıktan sonra sizin dininize dönersek, gerçekten Allah’a yalan isnat etmiş oluruz. Rabbimiz dilerse o başka! Rabbimiz ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”

90

وَقَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ

Ve gâlel mele’ullezîne keferû min kavmihî le initteba‘tum Şu‘ayben inne-kum izen le ḫâsirûn.

Kavminden inkâr eden ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şuayb’a uyarsanız, gerçekten büyük bir kayba uğramış olursunuz.”

91

فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ

Fe ehazethumur recfet(u) fe asbeḥû fî dârihim câsimîn.

Derken onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökmüş halde kaldılar.

92

الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۚ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِر۪ينَ

Ellezîne keżżebû Şu‘aybe ke-en lem yağnev fîhâ, ellezîne keżżebû Şu‘aybe kânû humul hâsirîn.

Şuayb’ı yalanlayanlar, orada hiç yaşamamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar, işte onlar ziyana uğrayanlardı.

93

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَاقَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْۚ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِر۪ينَ

Fe teveĺlâ ‘anhum ve ḳâle yâ ḳavmi leḳad eblağtukum risâlâti rabbî ve naṣaḥtu lekum, fe keyfe âsâ ‘alâ ḳavmin kâfirîn.

(Şuayb) onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Rabbimin mesajlarını size tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir topluluğa nasıl üzülebilirim?”

94

وَمَآ اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ

Ve mâ erselnâ fî ḳaryetin min nebiyy(in) illâ ehaznâ ehlehâ bil-be’sâi veḍ-ḍarrâi le‘allehum yeḍḍarra‘ûn.

Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, mutlaka onların halkını sıkıntı ve darlıkla yakalayıp uyardık ki, boyun eğip dua etsinler diye.

95

ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

Sümme beddelnâ mekânese-sseyye’ati el-ḥasene(Te) ḥattâ ‘afev ve ḳâlû ḳad messe âbâenâ ḍ-ḍarrâu ves-serrâ, fe ehaznâhum bağteten ve hum lâ yeş‘urûn.

Sonra kötülüklerin yerine iyilikleri koyduk; çoğaldılar ve dediler ki: “Atalarımız da hem darlık hem bolluk yaşamıştı.” Derken biz onları, hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.

96

وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Ve lev enne ehlel-ḳurâ âmenû vetteḳev le-fetaḥnâ ‘aleyhim berekâtin mines-semâi vel-arḍ(i), ve lâkin keżżebû fe-eḥaznâhum bimâ kânû yeksibûn.

Eğer o şehir halkı inanıp Allah’tan sakınsalardı, üzerlerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık. Fakat onlar (peygamberleri) yalanladılar. Biz de onları işledikleri yüzünden yakalayıverdik.

97

اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَٓائِمُونَ

Efe-emin ehlu-lḳurâ en ye’tiyehum be’sunâ beyâtan ve hum nâimûn?

Acaba o şehir halkı, geceleyin uykudayken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?

98

اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ

Eve-emin ehlu-lḳurâ en ye’tiyehum be’sunâ ḍuḥân ve hum yel‘abûn?

Yoksa şehir halkı, azabımızın onlara kuşluk vakti, oyun oynarlarken gelmeyeceğinden emin mi oldular?

99

اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ

Efe-eminû mekra(A)llâh(i), fe lâ ye’menu mekra(A)llâhi illâ-l-ḳavmul hâsirûn.

Onlar Allah’ın tuzağından emin mi oldular? Allah’ın tuzağından ancak kaybedenler topluluğu emin olur.

100

اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ

Eve lem yehdi lilleżîne yerisûnel-arḍe min ba‘di ehlihâ en lev neşâu aṣabnâhum biżunûbihim, ve naṭba‘u ‘alâ ḳulûbihim fe hum lâ yesme‘ûn.

Yeryüzünü miras alanlara, kendilerinden öncekiler gibi günahları yüzünden başlarına musibet gelmeyeceği mi düşündürülemedi? Kalplerini mühürleriz de artık dinlemezler.

101

تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۚ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ

Tilkel ḳurâ naḳuṣṣu ‘aleyke min enbâihâ, ve leḳad câethum rusuluhum bil-beyyinât(i), femâ kânû li-yu’minû bimâ keżżebû min ḳabl(u), keżâlike yaṭba‘ullâhu ‘alâ ḳulûbil-kâfirîn.

İşte o şehirlerin haberlerinden sana anlatıyoruz. Andolsun ki onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Ama önceden yalanladıkları için yine de inanmadılar. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.

102

وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۘ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ

Ve mâ vecednâ li-ekŝerihim min ‘ahd(in), ve in vecednâ ekŝerehum le-fâsıḳîn.

Onların çoğunda sözlerine sadakat bulamadık. Aksine, çoğunu yoldan çıkmış kimseler olarak bulduk.

103

ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ

Sümme be‘aŝnâ min ba‘dihim Mûsâ bi-âyâtinâ ilâ Fir‘avne ve mele’ih(i), fe żalemû bihâ, fenzur keyfe kâne ‘âḳibetul-mufsidîn.

Sonra onların ardından Musa’yı mucizelerimizle Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlar bu mucizelere zulümle karşılık verdiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

104

وَقَالَ مُوسٰى يَافِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Ve ḳâle Mûsâ yâ Fir‘avne innî resûlun min rabbi-l‘âlemîn.

Musa dedi ki: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir elçiyim.”

105

حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۚ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪يٓ اِسْرَٓائ۪يلَ

Ḥaḳîḳun ‘alâ en lâ eḳûle ‘alâ(A)llâhi illâl-ḥaḳḳ(a), ḳad ci’tukum bi-beyyinetin min rabbikum, fe-ersil me‘iye benî isrâîl.

Allah hakkında ancak gerçeği söylemem gerekir. Rabbinizden size açık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.

106

قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَآ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

Ḳâle in kunte ci’te bi-âyetin fe’ti bihâ in kunte mine-ṣ-ṣâdiḳîn.

Firavun dedi ki: “Eğer bir mucize getirdiysen ve doğru söylüyorsan, onu ortaya koy!”

107

فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُبِينٌ

Fe elkâ ‘aṣâhu fe-iżâ hiye ṯu‘bânun mubîn.

Bunun üzerine asasını attı, bir de ne görsünler, apaçık bir yılan!

108

وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ

Ve neza‘a yedehu fe-iżâ hiye beyḍâ’u lin-nâẓirîn.

Elini çıkardı; bir de ne görsünler, bakanlara bembeyaz parlayan bir el!

109

قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ

Ḳâlel-mele’u min ḳavmi Fir‘avne inne hâżâ le-sâḥirun ‘alîm.

Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Bu gerçekten çok bilgili bir sihirbazdır.”

110

يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۙ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

Yurîdu en yuḫricakum min arḍikum fe-mâżâ te’murûn?

Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?

111

قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَأَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَ

Ḳâlû ercih(i) ve eḫâhu ve ersil fi-l-medâ’ini ḥâşirîn.

Dediler ki: “Onu ve kardeşini (bir süreliğine) beklet, şehirlere toplayıcılar gönder.”

112

يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ

Ye’tûke bi-kulli sâḥirin ‘alîm.

“Bütün usta sihirbazları sana getirsinler.”

113

وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَأَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ

Ve câ’es-seḥeretu Fir‘avne ḳâlû inne lenâ le-ecran in kunnâ neḥnu-l-ġâlibîn.

Sihirbazlar Firavun’a gelip: “Eğer galip gelirsek bize mutlaka bir ödül var mı?” dediler.

114

قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ

Ḳâle na‘am, ve innakum le-minel-muḳarrabîn.

Firavun, “Evet,” dedi. “Üstelik siz mutlaka bana yakın kimseler olacaksınız.”

115

قَالُوا يَامُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ

Ḳâlû yâ Mûsâ immâ en tulḳiy(e) ve immâ en nekûne naḥnu-l-mulḳîn.

Dediler ki: “Ey Musa! Ya sen at (asanı) ya da ilk atan biz olalım.”

116

قَالَ اَلْقُواۜ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاءُوا بِسِحْرٍ عَظِيمٍ

Ḳâle elkû, felemmâ elkav seḥarû a‘yunen-nâsi vesterhebûhum, ve câ’û bi-siḥrin ‘aẓîm.

Musa, “Haydi atın!” dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler.

117

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ

Ve evḥeynâ ilâ Mûsâ en elḳi ‘aṣâk(e), fe-iżâ hiye telḳafu mâ ye’fikûn.

Biz de Musa’ya, “Asanı at!” diye vahyettik. Bir de baktı ki, onların uydurduklarını yutuyor!

118

فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Fe-veḳa‘al-ḥaḳḳu ve baṭale mâ kânû ya‘melûn.

Böylece gerçek ortaya çıktı, onların yaptıkları boşa çıktı.

119

فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَ

Fe-ġulibû hunâlike ven-ḳalebû ṣâġirîn.

Orada yenildiler ve küçük düşerek geri döndüler.

120

وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَ

Ve ulḳiye-s-seḥeretu sâcidîn.

Sihirbazlar ise secdeye kapandılar.

121

قَالُوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Ḳâlû âmennâ bi-Rabbi’l-âlemîn.

Dediler ki: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”

122

رَبِّ مُوسٰى وَهَارُونَ

Rabbi Mûsâ ve Hârûn.

“Musa’nın ve Harun’un Rabbine.”

123

قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنتُمْ بِهٖ قَبْلَ اَنْ آذَنَ لَكُمْۜ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَد۪ينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَا اَهْلَهَاۜ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

Ḳâle Fir‘avne âmentum bihî ḳable en âżene lekum, inne hâżâ le-mekrun mekertumûhu fi’l-medîneti li-tuḫricû minhâ ehlehâ, fe-sevfe ta‘lemûn.

Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Bu, şehir halkını buradan çıkarmak için orada kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında göreceksiniz.”

124

لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ

Le-uḳaṭṭi‘anne eydiyekum ve erculeküm min ḫilâfin, sümme le-uṣallibenneküm ecma‘în.

“Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sonra hepinizi asacağım!”

125

قَالُٓوا اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَ

Ḳâlû innâ ilâ Rabbinâ munḳalibûn.

Onlar da dediler ki: “Biz zaten Rabbimize döneceğiz.”

126

وَمَا تَنْقِمُ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاٰيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَٓاءَتْنَاۘ رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ

Ve mâ tenḳimu minnâ illâ en âmennâ bi-âyâti Rabbinâ lemmâ câetnâ, Rabbenâ efriġ ‘aley-nâ ṣabran ve teveffenâ muslimîn.

“Senin bize kızmana sebep, yalnızca Rabbimizin ayetlerine inanmamızdır. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür!”

127

وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَۚ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْي۪ي نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ

Ve ḳâle-l-melaeu min ḳavmi Fir‘avne eteżeru Mûsâ ve ḳavmehû li-yufsidû fi’l-arżi ve yeżereke ve âlihetek(e), ḳâle senuḳattilu ebnâehüm ve nastaḥyî nisâehüm ve innâ fevḳahüm ḳâhirûn.

Firavun’un halkından ileri gelenler dediler ki: “Musa ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapmaları ve seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi bırakacaksın?” Firavun: “Biz onların erkek çocuklarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üstünde hakim olanlarız” dedi.

128

قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ اسْتَع۪ينُوا بِاللّٰهِ وَاصْبِرُٓواۜ اِنَّ الْاَرْضَ لِلّٰهِ يُورِثُهَا مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ

Ḳâle Mûsâ li-ḳavmihî esta‘înû bi’llâhi vaṣbirû, innel-arża li’llâhi yûriśuhâ men yeşâ’u min ‘ibâdih, ve’l-‘âḳibetu li’l-muttaḳîn.

Musa kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğine onu miras bırakır. Sonuç, takvâ sahiplerinindir.”

129

قَالُوا اُوذ۪ينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَاۚ قَالَ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ

Ḳâlû ûżînâ min ḳabli en te’tiyenâ ve min ba‘di mâ ci’tenâ, ḳâle ‘asâ Rabbu-kum en yuhlike ‘aduvve-kum ve yestaklifa-kum fi’l-arżi fe-yenẓura keyfa ta‘melûn.

Onlar: “Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da eziyet gördük” dediler. Musa: “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirir. Böylece ne yapacağınızı görür” dedi.

130

وَلَقَدْ اَخَذْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّن۪ينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ

Ve le-ḳad eḫażnâ âle Fir‘avne bi’s-sinîn ve naḳṣin mine’ś-śemerâti le‘allehum yeżżekkerûn.

Andolsun ki Firavun ailesini, düşünüp öğüt alsınlar diye kıtlık yıllarıyla ve ürünlerin eksiltilmesiyle yakaladık.

131

فَاِذَا جَٓاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هٰذِه۪ۖ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسٰى وَمَنْ مَعَهُۜ اَلَٓا اِنَّمَا طٰٓئِرُهُمْ عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Fe-iżâ câet-humu’l-ḥasenetu ḳâlû lenâ hâżih, ve in tuṣib-hum seyyietun yeṭṭayyereû bi-Mûsâ ve men ma‘ah, elâ innemâ ṭâ’iruhum ‘inde’llâhi ve lâkinne ekśerahum lâ ya‘lemûn.

Onlara bir iyilik gelince, “Bu bize layıktır” derlerdi. Bir kötülük gelince ise Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. Bilin ki onların uğursuzluğu Allah katındandır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

132

وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِهٖ مِنْ اٰيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَا فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ

Ve ḳâlû meh mâ te’tinâ bihî min âyetin li-tesḥarene bihâ fe-mâ naḥnu leke bi-mu’minîn.

Ve dediler ki: “Bizi büyülemek için hangi mucizeyi getirirsen getir, biz sana asla inanacak değiliz.”

133

فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ اٰيَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِم۪ينَ

Fe-erselnâ ‘aleyhimu’ṭ-ṭûfâne ve’l-cerâde ve’l-ḳummele ve’ẓ-ẓefâdi‘e ve’d-deme âyâtin mufassalât, festekberû ve kânû ḳavmen mucrimîn.

Biz de onların üzerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik; apaçık mucizeler olarak. Ama yine de büyüklendiler. Onlar suçlu bir kavimdi.

134

وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَٓا مُوسٰى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَۚ لَئِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَن۪يٓ اِسْرَٓائ۪يلَ

Ve lemmâ veḳa‘a ‘aleyhimu’r-riczu ḳâlû yâ Mûsâ’d‘u lenâ Rabbe-ke bimâ ‘ehide ‘indek(e), le’in keşefte ‘annâ’r-ricze le-nu’minenne leke ve le-nursilenne me‘ake Benî İsraîl.

Üzerlerine azap çökünce: “Ey Musa! Rabbin nezdinde olan ahdi hatırına bizim için dua et. Eğer bizden bu azabı kaldırırsan, sana mutlaka inanacağız ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz” dediler.

135

فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ اِلٰٓى اَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ

Fe-lemmâ keşefnâ ‘anhumu’r-ricze ilâ ecelin hum bâliġûh(u), iżâ hum yenkuśûn.

Biz, belirlenmiş bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen verdikleri sözden döndüler.

136

فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ

Fe’nteḳamnâ min-hum fe-eġraḳnâ-hum fi’l-yemmi bi-ennehum keżżebû bi-âyâtinâ ve kânû ‘anhâ ğâfilîn.

Biz de onlardan intikam aldık. Onları denizde boğduk. Çünkü onlar ayetlerimizi yalanlamışlardı ve onlardan gafildiler.

137

وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذ۪ينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۚ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَن۪يٓ اِسْرَٓائ۪يلَ بِمَا صَبَرُواۚ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ

Ve evreśnâ’l-ḳavme’l-leżîne kânû yusteḍ‘afûne meşâriḳa’l-arżi ve meġâribe-hâ’l-leti bâraknâ fîhâ, ve temmet kelimetu Rabbi-ke’l-ḥusnâ ‘alâ Benî İsraîl(e) bimâ ṣaberû, ve demmernâ mâ kâne yaṣna‘u Fir‘avne ve ḳavmuhu ve mâ kânû ya‘rişûn.

Zayıf düşürülen kavmi, yani İsrailoğullarını, bereketli kıldığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulları hakkında verdiği güzel söz, sabretmeleri sayesinde tamamlandı. Firavun’un ve kavminin yapıp ettiklerini, inşa ettikleri her şeyi yerle bir ettik.

138

وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ الْبَحْرَ فَأَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَٓا مُوسٰى اجْعَلْ لَنَٓا اِلٰهًا كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۚ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ

Ve câveznâ bi-Benî İsraîle’l-baḥr(e), fe-etev ‘alâ ḳavmin ya‘kufûne ‘alâ aṣnâmin lehum, ḳâlû yâ Mûsâ’c‘al lenâ ilâhen kemâ lehum âlihe(tun), ḳâle inne-kum ḳavmun tec’helûn.

Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik. (Yolda) putlara tapan bir topluluğa rastladılar. “Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bize bir ilah yap!” dediler. Musa: “Siz gerçekten cahil bir topluluksunuz!” dedi.

139

اِنَّ هٰٓؤُلَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

İnne hâüla’i muteberun mâ hum fîh(i), ve bâtılun mâ kânû ya‘melûn.

Şüphesiz ki onların taptıkları şeyler yok olup gidecek, yaptıkları işler de boşa çıkacaktır.

140

قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ

Ḳâle aġayra’llâhi ebġî-kum ilâhen ve huve fażżale-kum ‘ale’l-âlemîn.

Musa dedi ki: “Allah sizi alemlere üstün kılmışken ben size O’ndan başka bir ilah mı arayayım?”

141

وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوٓءَ الْعَذَابِ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ

Ve iz enceynâkum min âli Fir‘avne yesûmûnekum sûe’l-‘azâbi yukaṭṭilûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum, ve fî zâlikum belâ’un min Rabbikum ‘azîm.

Hani sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda Rabbinizden gelen büyük bir imtihan vardı.

142

وَوَاعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍۚ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّهٖٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هَارُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ

Ve vâ‘adnâ Mûsâ selâsîne leyleten ve etmemnâhâ bi‘aşr(in), fe temme mîḳâtu Rabbi-hi erbaîne leyleten, ve ḳâle Mûsâ li-aḫîhi Hârûne’ḫlufnî fî ḳawmî ve aṣliḥ ve lâ tettebi‘ sebîle’l-mufsidîn.

Musa ile otuz gece için sözleştik, ona on gece daha ekledik. Böylece Rabbiyle olan buluşması kırk geceye tamamlandı. Musa kardeşi Harun’a dedi ki: “Kavmimin içinde benim yerime geç, işleri düzelt ve bozguncuların yolunu izleme.”

143

وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۚ قَالَ لَنْ تَرٰىن۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰىن۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَّخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّآ اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ

Ve lemmâ câe Mûsâ li-mîḳâtinâ ve kelleme-hu Rabbuhû ḳâle Rabbi erini enzur ileyke, ḳâle len terânî ve lâkin enẓur ile’l-cebeli fe-in istekarrer mekânehu fe-sevfe terânî, felemmâ tecellâ Rabbuhû li’l-cebeli ce‘ale-hû dekken ve ḫarre Mûsâ ṣa‘iḳan, felemmâ efâḳa ḳâle subḥâneke tubtu ileyke ve ene evvelu’l-mu’minîn.

Musa, belirlediğimiz vakitte (Tur’a) geldiğinde Rabbi onunla konuştu. Musa: “Rabbim! Bana kendini göster de sana bakayım” dedi. (Rabbi:) “Beni asla göremezsin. Ama şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebileceksin.” Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayıldığında dedi ki: “Sen her türlü noksandan uzaksın! Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim.”

144

قَالَ يَٓا مُوسٰٓى اِنّ۪ي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَات۪ي وَبِكَلَام۪ي فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ

Ḳâle yâ Mûsâ innî’ṣṭafeytuke ‘ale’n-nâsi bi-risâlâtî ve bi-kelâmî fe-ḫuź mâ âteytuke ve kun mine’ş-şâkirîn.

(Allah) dedi ki: “Ey Musa! Ben seni risaletim ve kelâmımla insanlar arasından seçtim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”

145

وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْصِيلًا لِكُلِّ شَيْءٍ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَاْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاۚ سَاُر۪يكُمْ دَارَ الْفَاسِق۪ينَ

Ve ketebnâ lehu fi’l-elvâḥi min kulli şey’in mev‘iza-ten ve tefṣîlen li-kulli şey’, fe-ḫuzhâ bi-ḳuvvetin ve’mur ḳavmeke ye’ḫuzû bi-aḥsenihâ, se-urîkum dâre’l-fâsiḳîn.

Biz, Musa’ya levhalarda her türlü öğüdü ve her şeyin ayrıntılı açıklamasını yazdık. “Bunlara kuvvetle sarıl ve kavmine de en güzel şekilde bunlara uymalarını emret. Size fasıkların yurdunu göstereceğim.”

146

سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ

Se-aṣrifu ‘an âyâtîlleżîne yetekebberûne fi’l-arż(i) bi-ğayri’l-ḥaḳḳ(i), ve in yerav kulle âyetin lâ yu’minû bihâ, ve in yerav sebîle’r-rüşdi lâ yetteḫiżû-hû sebîlâ, ve in yerav sebîle’l-ğayyi yetteḫiżû-hû sebîlâ, żâlike bi-ennehum keżżebû bi-âyâtinâ ve kânû ‘anhâ ğâfilîn.

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar, her türlü mucizeyi görseler de inanmazlar. Doğru yolu görseler onu benimsemezler, fakat sapıklık yolunu görseler hemen benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.

147

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۚ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Ve’l-leżîne keżżebû bi-âyâtinâ ve liḳâ’i’l-âḫirati ḥabiṭat a‘mâluhum, hel yuczavne illâ mâ kânû ya‘melûn.

Ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanların tüm yaptıkları boşa gitmiştir. Onlara sadece yaptıklarının karşılığı verilecektir.

148

وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِهٖ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَّهُ خُوَارٌۚ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْد۪يهِمْ سَب۪يلًاۚ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِم۪ينَ

Vetteḫaze ḳavmu Mûsâ min ba‘di-hi min ḥuliyyihim ‘iclen ceseden lehu ḫuvâr(un), elem yerav enne-hû lâ yukellimuhum ve lâ yehdîhim sebîlâ, itteḫeżû-hû ve kânû żâlimîn.

Musa’nın kavmi, onun ardından süs eşyalarından böğüren bir buzağı heykeli yapıp ona tapındılar. Onun onlarla konuşmadığını ve yol göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı edinmeleri gerçekten zâlimlikti.

149

وَلَمَّا سُقِطَ ف۪يٓ اَيْد۪يهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّوا قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

Ve lemmâ suḳiṭa fî eydîhim ve re’ev enne-hum ḳad ḍallû, ḳâlû le’in lem yerḥamnâ Rabbu-nâ ve yağfir lenâ le-nekûnenne mine’l-ḫâsirîn.

Kendilerine yazık ettiklerini anlayınca ve sapıttıklarını gördüklerinde şöyle dediler: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyan edenlerden olacağız.”

150

وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِهٖ غَضْبَانَ اَسِفًا قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُون۪ي مِنْ بَعْد۪يۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَاْسِ اَخ۪يهِ يَجُرُّهُ اِلَيْهِۚ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُون۪ي وَكَادُوا يَقْتُلُونَن۪ي فَلَا تُشْمِتْ ب۪يَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْن۪ي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ

Ve lemmâ raca‘e Mûsâ ilâ ḳavmi-hi ğaḍbâna esifen ḳâle bi’semâ ḫalaftumûnî min ba‘dî, e-a‘ciltum emre Rabbi-kum, ve elḳâ’l-elvâḥe ve eḫaże bi-ra’si aḫîhi yecurru-hu iley(h), ḳâle ibne ümme inne’l-ḳavme istuḍ‘afûnî ve kâdû yaḳtulûn-enî, fe lâ tuşmit bîye’l-a‘dâe ve lâ tec‘alnî me‘a’l-ḳavmi’ż-ẓâlimîn.

Musa öfke ve üzüntüyle kavmine döndüğünde, “Benden sonra ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini çabuklaştırmak mı istediniz?” dedi. Levhaları yere attı ve kardeşinin başından tutup kendisine çekti. (Harun) dedi ki: “Ey anamın oğlu! Bu kavim beni zayıf gördü ve neredeyse öldürecekti. Düşmanları bana güldürme, beni zalimlerle bir tutma!”

151

قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَادْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۚ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ

Qâle Rabbiğfir lî ve li-aḫî ve edḫilnâ fî raḥmetike, ve ente erḥamu’r-râḥimîn.

(Musa:) “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” dedi.

152

اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَر۪ينَ

İnne’lleżîne’tteḫażû’l-‘icla se yenâluhum gaḍabun min Rabbi-him ve żilletun fî’l-ḥayâti’d-dünyâ, ve keżâlike neczî’l-mufterîn.

153

وَالَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَآمَنُٓوا اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ

Ve’lleżîne ‘amilû’s-seyyi’âti ṯumme tâbû min ba‘di-hâ ve âmenû, inne Rabbe-ke min ba‘di-hâ le-gafûrun raḥîm.

Kötülük işleyip ardından tevbe ederek iman edenler bilsin ki, Rabbin bu tevbeden sonra elbette çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

154

وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ

Ve lemmâ seketa ‘an Mûsâ’l-gaḍabu eḫaże’l-elvâḥe, ve fî nusḫeti-hâ huden ve raḥmetun li’lleżîne hum li-Rabbi-him yerhebûn.

Musa’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Onların nüshasında, Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmet vardı.

155

وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّآ اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۚ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۚ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۚ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَاۚ وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ

Vaḫtâra Mûsâ ḳavme-hû seb‘îne raculen li-mîḳâtinâ, felemmâ eḫaże-humu’r-rajfetu ḳâle Rabbi lew şi’te ehlekte-hum min ḳablu ve iyyâye, e-tuhlikunâ bimâ fe‘ale’s-sufehaâu minnâ, in hiye illâ fitnetuke tuḍillu bihâ men teşâu ve tehdî men teşâu, ente veliyyunâ fağfir lenâ verḥamnâ, ve ente ḫayru’l-ğâfirîn.

Musa, belirlediğimiz vakitte yetmiş adamı seçip götürdü. Onları sarsıntı tutunca dedi ki: “Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce yok ederdin. İçimizdeki sefihlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin? Bu, senin bir imtihanındır. Onunla dilediğini saptırır, dilediğine hidayet edersin. Sen bizim velimizsin, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bağışlayanların en hayırlısısın.”

156

وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِۚ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۚ قَالَ عَذَاب۪يٓ اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۚ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ

Vaktub lenâ fî hâżihi’d-dünyâ ḥasene-ten ve fi’l-âḫireh, innâ hudnâ ileyke, ḳâle ‘ażâbî uṣîbu bihî men eşâ’, ve raḥmetî vesi‘et kulle şey’, fe-seektubuhâ lilleżîne yetteḳûn ve yu’tûne’z-zekâte ve’lleżîne hum bi-âyâtinâ yu’minûn.

“Rabbimiz! Bize bu dünyada da, ahirette de iyilik yaz. Biz sana yöneldik.” (Allah) dedi ki: “Azabımı dilediğime isabet ettiririm; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, takva sahibi olanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.”

157

الَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۚ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذ۪ي اُنْزِلَ مَعَهُۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Elleżîne yettebi‘ûne’r-Resûle’n-Nebiyye’l-Ümmiyye’lleżî yecidûne-hu mektûben ‘inde-hum fî’t-Tevrâte ve’l-İncil, ye’muruhum bi’l-ma‘rûfi ve yenhâhum ‘ani’l-munkeri ve yuḥillu lehumu’ṭ-ṭayyibâti ve yuḥarrimu ‘aleyhimu’l-ḫabâ’iśe ve yaḍa‘u ‘anhum iṣrahum ve’l-ağlâle’l-leti kânet ‘aleyhim, fe’lleżîne âmenû bihî ve ‘azzarû-hû ve naṣarû-hû ve’ttebe‘û’n-nûre’lleżî unzile me‘a-hû, ulâike humu’l-muflihûn.

Onlar, yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buldukları o ümmî peygambere uyarlar. O, onlara iyiliği emreder, kötülükten men eder; temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır yükü ve zincirleri kaldırır. Ona iman eden, onu destekleyip savunan ve onunla indirilen nura uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

158

قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْي۪ي وَيُم۪يتُ فَآمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهٖ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Qul yâ eyyuhe’n-nâsu innî Resûlullâhi ileykum cemî‘an, elleżî lehu mulku’s-semâvâti ve’l-arż, lâ ilâhe illâ Hû, yuḥyî ve yumît, fe-âminû bi’llâhi ve Resûli-hi’n-Nebiyyi’l-Ümmiyyi’lleżî yu’minu bi’llâhi ve kelimâtih, ve’ttebi‘û-hû le‘alle-kum tehtedûn.

De ki: “Ey insanlar! Ben, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, O’ndan başka ilah olmayan Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. O diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve O’nun ümmi peygamberi olan Resûlü’ne iman edin. O, Allah’a ve O’nun kelimelerine inanır. Ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”

159

وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰىٓ اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ

Ve min ḳavmi Mûsâ ummetun yehdûne bi’l-ḥaḳḳi ve bihî ya‘dilûn.

Musa’nın kavmi içinde, hakka göre yol gösteren ve onunla adalet yapan bir topluluk da vardır.

160

وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطًا اُمَمًاۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰىٓ اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًاۚ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۚ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَ اَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۘ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۚ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Ve ḳaṭṭa‘nâhumusne-te aşrate esbâṭan umemâ, ve evḥeynâ ilâ Mûsâ izis-tesḳâhu ḳavmuhû eniḍrib bi-‘aṣâkel-ḥecera fe’nbeceset minhu’sne-te aşrete ‘aynen, ḳad ‘alime kullu unâsin meşrebehum, ve ẓallelnâ ‘aleyhimu’l-ğamâme ve enzelnâ ‘aleyhimu’l-menne ve’s-selwâ, kulû min ṭayyibâti mâ razaḳnâkum, ve mâ ẓalemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yaẓlimûn.

Onları on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asanı taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar fışkırdı; her kabile içeceği yeri bildi. Onların üzerine bulut gölge yaptık, üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın indirdik: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin.” Bize zulmetmediler, kendilerine zulmettiler.

161

وَاِذْ ق۪يلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَّادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَّغْفِرْ لَكُمْ خَط۪يٓئَاتِكُمْۚ سَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ

Ve iz ḳîle lehumuskunû hâżihi’l-ḳaryete ve kulû minhâ ḥayśu şi’tum, ve ḳûlû ḥiṭṭatun vedḫulû’l-bâbe succeden, nağfir lekum ḫaṭîâtekum, senezîdu’l-muḥsinîn.

Onlara: “Şu memlekete yerleşin, orada dilediğiniz yerden yiyin, ‘Günahlarımızı bağışla’ deyin ve secde ederek kapıdan girin ki, hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara daha da fazlasını vereceğiz” denilmişti.

162

فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ

Fe beddele’llezîne ẓalemû minhum kavlen ğayre’lleżî ḳîle lehum, fe erselnâ ‘aleyhim riczen mine’s-semâ’i bimâ kânû yaẓlimûn.

Fakat zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka bir sözle değiştirdiler. Bunun üzerine, zulümleri yüzünden gökten üzerlerine azap gönderdik.

163

وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۘ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِۘ اِذْ تَأْت۪يهِمْ ح۪يتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَّيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْت۪يهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

Ves’el-hum ‘ani’l-ḳaryetilletî kânet ḥâḍırate’l-baḥr, iz ya‘dûne fî’s-sebt, iz te’tîhim ḥîtânuhum yevme sebtihim şurra‘an, ve yevme lâ yesbitûne lâ te’tîhim, keżâlike neblûhum bimâ kânû yefsüḳûn.

Onlara, deniz kıyısındaki şehir halkını sor: Cumartesi günü yasağını çiğnedikleri zamanı… O gün balıklar akın akın gelir, ama diğer günler gelmezdi. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böylece imtihan ettik.

164

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اَللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۚ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Ve iz ḳâlet ummetun minhum lime ta‘iẓûne ḳavmenillâhu muhlikuhum ev mu‘ażżibuhum ‘ażâben şedîdâ, ḳâlû ma‘żireten ilâ Rabbikum ve le‘allehum yetteḳûn.

İçlerinden bir grup dedi ki: “Allah’ın helak edeceği veya şiddetli şekilde azap edeceği bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?” Dediler ki: “Rabbinize mazeretimiz olsun diye ve belki de sakınırlar diye.”

165

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهٖٓ اَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍۙ بَئ۪يسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

Felemmâ nesû mâ żukkirû bihî enceynâ’l-leżîne yenhevne ‘ani’s-sû’, ve eḫażnâ’l-leżîne ẓalemû bi-‘ażâbin beîsin bimâ kânû yefsüḳûn.

Hatırlatılanları unuttuklarında, kötülükten alıkoyanları kurtardık; zulmedenleri, yoldan çıkmaları sebebiyle şiddetli bir azapla yakaladık.

166

فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئ۪ينَ

Felemmâ ‘atev ‘ammâ nuhû ‘anhu, ḳulnâ lehum kûnû ḳiradeten ḫâsi’în.

Yasaklandıkları şeylerde ısrar edince onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.

167

وَاِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوٓءَ الْعَذَابِۜ اِنَّ رَبَّكَ لَسَر۪يعُ الْعِقَابِۖ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ

Ve iz teezzene Rabbuke le-yeb‘aśenne ‘aleyhim ilâ yevmi’l-ḳıyâmeh men yesûmuhum sûe’l-‘ażâb, inne Rabbe-ke le-serî‘u’l-‘iḳâb, ve innehu le-ğafûrun raḥîm.

Rabbin şöyle bildirmişti: “Kıyamet gününe kadar, onlara azabın en kötüsünü tattıracak kimseleri başlarına musallat edeceğim.” Rabbin cezayı çabuk verir; O, gerçekten bağışlayandır, merhametlidir.

168

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَمًاۜ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۚ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

Ve ḳaṭṭa‘nâhum fî’l-arżi umemen, minhumu’ṣ-ṣâliḥûne ve minhüm dûne żâlik, ve belavnâhum bi’l-ḥasenâti ve’s-seyyi’âti le‘allehum yercı‘ûn.

Onları yeryüzünde çeşitli topluluklara böldük. Kimi salih, kimi ise böyle değildi. Onları hem iyilik hem de kötülükle sınadık ki belki dönerler diye.

169

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۚ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۚ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۚ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

Faḫalefe min ba‘di-him ḫalfun verisû’l-kitâbe ye’ḫużûne ‘araża hâżâ’l-ednâ ve yeḳûlûne se-yuğferu lenâ, ve in ye’ti-him ‘arażun misluhû ye’ḫużûh, elem yu’ḫaż ‘aleyhim mîṯâḳu’l-kitâbi ellâ yeḳûlû ‘alâ’llâhi illâ’l-ḥaḳḳ, ve deresû mâ fîh, ve’d-dâru’l-âḫiretu ḫayrun lilleżîne yetteḳûn, efe lâ ta‘ḳilûn.

Sonra onların ardından öyle bir nesil geldi ki, Kitab’a mirasçı oldular. Bu dünyanın geçici menfaatlerini alıyorlar ve: “Nasıl olsa bağışlanacağız” diyorlardı. Aynı menfaat onlara tekrar sunulsa yine alırlardı. Oysa onlardan, “Allah hakkında yalnızca gerçeği söyleyeceklerine” dair Kitapta söz alınmıştı. Kitabın içindekileri de okuyup öğrenmişlerdi. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

170

وَالَّذ۪ينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُصْلِح۪ينَ

Ve’lleżîne yumes-sikûne bi’l-kitâbi ve eqâmû’ṣ-ṣalâh, innâ lâ nuḍî‘u ecre’l-muṣliḥîn.

Kitab’a sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlara gelince; biz, ıslah edenlerin mükâfatını asla zayi etmeyiz.

171

وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّٓوا اَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْۚ خُذُوا مَآ اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَّاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ve iz netaḳnâ’l-cebele fevḳahum keennehu ẓulleh, ve ẓennû ennehu vâḳı‘un bihim, ḫuzû mâ âteynâkum bi-ḳuvveh, vezkûrû mâ fîhi le‘allekum tetteḳûn.

Hani dağı onların üzerine gölge gibi kaldırmıştık. Onlar da onun üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. “Size verdiğimiz Kitab’a sıkıca sarılın ve içindekileri hatırlayın ki takvâ sahibi olasınız” demiştik.

172

وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚ شَهِدْنَاۚ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَ

Ve iz eḫaża Rabbuke min benî Âdeme min ẓuhûrihim ẕurriyyetehum, ve eşhedahum ‘alâ enfusihim, elestu bi-Rabbikum, ḳâlû belâ, şehidnâ, en teḳûlû yevme’l-ḳıyâmeh innâ kunnâ ‘an hâżâ ğâfilîn.

Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından soylarını alıp kendilerini kendilerine şahit tuttuğunda: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da: “Evet, şahit olduk” dediler. Bu, kıyamet günü: “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.

173

اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُنَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

Ev teḳûlû innemâ eşreke âbâ’unâ min ḳablu ve kunnâ żurriyyeten min ba‘dihim, efe tuhlikunâ bimâ fe‘ale’l-mubṭilûn.

Yahut: “Daha önce sadece atalarımız Allah’a ortak koşmuştu; biz ise onlardan sonra gelen bir nesildik. Şimdi o batıla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin?” dememeniz içindir.

174

وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

Ve keżâlike nufaṣṣilu’l-âyâti ve le‘allehum yercı‘ûn.

İşte âyetleri böyle açık açık anlatıyoruz ki belki dönerler.

175

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذ۪يٓ اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ

Vetlu ‘aleyhim nebe’elleżî âteynâhu âyâtinâ fen-selaḫa minhâ fe-etbe‘ahû’ş-şeyṭânu fe kâne mine’l-ğâvîn.

Onlara, kendisine âyetlerimizi verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan ve şeytanın peşine taktığı kimsenin haberini oku. O artık azgınlardan olmuştu.

176

وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوٰيهُۜ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثۜ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

Ve lev şi’nâ le-refa‘nâhu bihâ, ve lâkinnehû eḫlede ile’l-arżi vettebe‘e hevâh, fe-meseluhû ke-meseli’l-kelb, in taḥmil ‘aleyhi yelhâs ev tetrukh yelhâs, żâlike meselul-ḳavmilllezîne keżżebû bi-âyâtinâ, feqṣuşıl-qaṣaṣe le‘allehum yeteffekkerûn.

Eğer dileseydik, onu o âyetlerle yüceltirdik. Fakat o dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üstüne varsan da dilini sarkıtır, bıraksan da. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Kıssaları anlat ki, belki düşünürler.

177

سَٓاءَ مَثَلًا الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ

Sâe meselenel-ḳavmulleżîne keżżebû bi-âyâtinâ ve enfusehum kânû yaẓlimûn.

Âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu ne kötü bir örnektir! Zaten onlar kendilerine zulmediyorlardı.

178

مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَد۪يۙ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Men yehdillâhu fe huve’l-muhtedî, ve men yuḍlil fe-ulâike humu’l-ḫâsirûn.

Allah kime hidayet verirse, işte doğru yolda olan odur. Kimi de sapıklıkta bırakırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.

179

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۘ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۘ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Ve leḳad ẕera’nâ li-cehenneme kesîran mine’l-cinni ve’l-insi, lehum ḳulûbun lâ yefḳehûne bihâ, ve lehum a‘yunun lâ yubṣırûne bihâ, ve lehum âżânun lâ yesme‘ûne bihâ, ulâike ke’l-en‘âm, bel hum aḍallu, ulâike humu’l-ğâfilûn.

Andolsun, biz cehennem için birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerdir.

180

وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِهۚ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Ve lillâhi’l-esmâ’ul-ḥusnâ fed‘ûhu bihâ, ve ẕerûlleżîne yulḥidûne fî esmâ’ih, se-yuczavne mâ kânû ya‘melûn.

En güzel isimler Allah’ındır. O’na bu isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında gerçeği saptıranları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.

181

وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓآ اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ

Ve mimmen ḫalaḳnâ ummetun yehdûne bil-ḥaḳḳi ve bihî ya‘dilûn.

Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk vardır ki, hak ile doğru yolu gösterirler ve onunla adalet yaparlar.

182

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ

Velleżîne keżżebû bi-âyâtinâ senestedricuhum min ḥayŝu lâ ya‘lemûn.

Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmedikleri yerden yavaş yavaş helâke sürükleyeceğiz.

183

وَاُمْلِي لَهُمْۚ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ

Ve umlî lehum, inne keydî metîn.

Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır.

184

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُواۘ مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۚ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ

Eve lem yetefekkerû, mâ bi-ṣâḥibihim min cinneh, in huve illâ neżîrun mubîn.

Arkadaşlarında (Peygamber’de) bir delilik olmadığını hiç düşünmediler mi? O ancak apaçık bir uyarıcıdır.

185

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍ وَاَنْ عَسٰى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ

Eve lem yenzurû fî meleḳûti’s-semâvâti ve’l-arż, ve mâ ḫalaḳallâhu min şey’, ve en ‘asâ en yekûne ḳad’iqterebe eceluhum, fe-bi-eyyi ḥadîsin ba‘dehû yu’minûn?

Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı şeylere hiç bakmadılar mı? Belki de ecelleri yaklaşmıştır. Peki, bu Kur’an’dan sonra hangi söze inanacaklar?

186

مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۚ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

Men yuḍlilillâhu fe lâ hâdiye leh, ve yeẓeruhum fî ṭuğyânihim ya‘mehûn.

Allah’ın saptırdığı kimseye hidayet edecek yoktur. Allah, onları azgınlıkları içinde bocalar halde bırakır.

187

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰىهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۜ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

Yes’elûneke ‘ani’s-sâ‘ati eyyâne mursâhâ, ḳul innemâ ‘ilmuhâ ‘inde Rabbî, lâ yucellîhâ li-vehḳatihâ illâ Hû, ṯeḳulet fi’s-semâvâti ve’l-arż, lâ te’tîkum illâ bağteten, yes’elûneke ke enneke ḥafiyyun ‘anhâ, ḳul innemâ ‘ilmuhâ ‘indallâh, ve lâkinne ekŝere’n-nâsi lâ ya‘lemûn.

Sana kıyamet saatinden sorarlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi sadece Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başka kimse açıklayamaz. O göklerde ve yerde ağır gelmiştir. Size ancak ansızın gelecektir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi yalnız Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”

188

قُلْ لَآ اَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُۜ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Ḳul lâ emliku li-nefsî naf‘an ve lâ ḍar-ren illâ mâ şâ’allâh, ve lev kuntu a‘lemu’l-ğaybe lestekŝertu mine’l-ḫayr, ve mâ messeniyye’s-sû’, in ene illâ neżîrun ve beşîrun li-ḳavmin yu’minûn.

De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediği dışında ne bir fayda ne de bir zarar sahibi değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben ancak inanan bir toplumu uyaran ve müjdeleyen biriyim.”

189

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَاۚ فَلَمَّا تَغَشّٰيهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَف۪يفًا فَمَرَّتْ بِه۪ۚ فَلَمَّٓا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ

Huve’lleżî ḫalaḳakum min nefsin vâḥidetin ve ce‘ale minhâ zevcehâ liyeskune ileyhâ, felemmâ tağaşşâhâ ḥamelet ḥamlen ḫefîfen femerret bih, felemmâ esḳalet de‘evâllâhe Rabbehumâ, le-in âteytenâ ṣâliḥan le-nekûnenne mine’ş-şâkirîn.

Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden O’dur. O eşine yaklaşınca, o da hafif bir yük taşıdı ve bir süre onunla dolaştı. Ağırlaşınca, her ikisi de Rableri Allah’a: “Eğer bize salih bir çocuk verirsen, muhakkak şükredenlerden olacağız” diye dua ettiler.

190

فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَٓاءَ ف۪يمَٓا اٰتٰيهُمَاۚ فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

Felemmâ âtâhumâ ṣâliḥan ce‘alâ lehu şurakâe fî mâ âtâhumâ, fe-te‘âlallâhu ‘ammâ yuşrikûn.

Fakat Allah onlara salih bir çocuk verince, O’nun verdiği bu şeyde O’na ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştuklarından yücedir.

191

اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَ

E-yüşrikûne mâ lâ yaḫluḳu şey’en ve hum yuḫlaḳûn.

Hiçbir şey yaratamayan ve kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah’a ortak koşuyorlar?

192

وَلَا يَسْتَط۪يعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ

Ve lâ yestetî‘ûne lehum naṣran ve lâ enfusehum yansurûn.

O putlar, ne onlara yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler.

193

وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَتَّبِعُوكُمْۚ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْ ءَا دَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ

Ve in ted‘ûhum ile’l-hüdâ lâ yettebi‘ûkum, sevâun ‘aleykum e-da‘vutumûhum em entum ṣâmitûn.

Onları doğru yola çağırsanız da size uymazlar. Çağırmanızla susmanız onlar için birdir.

194

اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْۚ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

İnnelleżîne ted‘ûne min dûnillâhi ‘ibâdun emŝâlukum, fed‘ûhum fel-yestecîbû lekum in kuntum ṣâdiḳîn.

Allah’tan başka çağırdıklarınız, sizin gibi kullardır. Onlara yalvarın da size cevap versinler! Eğer doğru söylüyorsanız.

195

اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَٓاۚ اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَٓاۚ اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَٓاۚ اَمْ لَهُمْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَٓاۜ قُلِ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ كِيدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ

E-lehum erculun yemşûne bihâ, em lehum eydin yebṭişûne bihâ, em lehum a‘yunun yubṣırûne bihâ, em lehum âżânun yesme‘ûne bihâ? Ḳulid‘û şurekâekum ṯumme kîdûnî felâ tunẓirûn.

Yoksa onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutacak elleri mi var? Yoksa görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: “(Ey müşrikler!) Haydi ortaklarınızı çağırın da bana tuzak kurun, fakat bana süre tanımayın.”

196

اِنَّ وَلِيّ۪يَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۚ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ

İnne veliyyiyellâhulleżî nezzele’l-kitâbe ve huve yetevellâṣ-ṣâliḥîn.

Benim velîm (dostum ve yardımcım), kitabı indiren Allah’tır. O, salih kulların da yardımcısıdır.

197

وَالَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِهٖ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ

Velleżîne ted‘ûne min dûnihî lâ yestetî‘ûne naṣrakum ve lâ enfusehum yansurûn.

Sizin Allah’tan başka çağırdıklarınız, ne size yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler.

198

وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَسْمَعُواۚ وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ

Ve in ted‘ûhum ile’l-hüdâ lâ yesme‘û, ve terâhum yanzurûne ileyke ve hum lâ yubṣırûn.

Onları doğru yola çağırsan da işitmezler. Onlara baksan, sana bakıyorlar sanırsın; hâlbuki görmezler.

199

خُذِ الْعَفْوَ وَاْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ

Ḫużi’l-‘afve ve’mur bil-‘urfi ve a‘riḍ ‘ani’l-câhilîn.

Sen affı esas al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.

200

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۚ اِنَّهُ سَمِيعٌ عَل۪يمٌ

Ve immâ yenzeganneke mine’ş-şeyṭâni nezğun feste‘iż billâh, innehû semî‘un ‘alîm.

Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, hakkıyla işiten ve bilendir.

201

اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ

İnnelleżîne’t-teḳav izâ messehum ṭâifun mine’ş-şeyṭâni teźekkerû fe iźâ hum mubṣırûn.

Takvâ sahibi olanlar, şeytandan gelen bir dürtüyle karşılaştıkları zaman hemen Allah’ı hatırlarlar ve (hakikati) görür hale gelirler.

202

وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ

Ve iḫvânuhum yemuddûnehum fî’l-gayyi s̱umme lâ yuqṣırûn.

Şeytanların dostları ise onları sapkınlıkta bırakmazlar, üstelik bu konuda da gevşeklik göstermezler.

203

وَاِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِاٰيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَاۜ قُلْ اِنَّمَٓا اَتَّبِعُ مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ مِنْ رَبّ۪يۜ هٰذَا بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Ve iźâ lem te’tihim bi âyetin ḳâlû lev lâ’c-tebeytehâ, ḳul innemâ ettebi‘u mâ yûḥâ ileyye min rabbî, hâżâ baṣâiru min rabbikum ve huden ve raḥmetun li kavmin yu’minûn.

Onlara bir ayet getirmediğinde, “Onu da derleyip getirsen ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen bir nur, bir basiret, iman eden topluluk için de hidayet ve rahmettir.

204

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Ve iźâ ḳuri’e’l-ḳur’ânu festemi‘û lehû ve ensiṭû le‘allekum turḥamûn.

Kur’an okunduğu zaman onu dikkatle dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.

205

وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ

Vezkur rabbeke fî nefsike taḍarru‘an ve ḫîfeten ve dûne’l-cehri mine’l-ḳavli bi’l-ġudûvi ve’l-âṣâli ve lâ tekun mine’l-ġâfilîn.

Sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, yalvararak ve ürpererek Rabbini içinden zikret. Sakın gafillerden olma.

206

اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ

İnnelleżîne ‘inde rabbike lâ yestekbirûne ‘an ‘ibâdetihî ve yusebbiḥûnehû ve lehu yescudûn.

Şüphesiz, Rabbinin yanında olanlar O’na kulluk etmekten kibirlenmezler; O’nu tesbih ederler ve yalnız O’na secde ederler.